18 KEHF (Sığınak)

İnsanla görünen O İlah adına,

1. Övgüler O İlah'a ki kuluna kitabı indirdi ve onu çarpıtmadı,

( Kitaplar çarpıtılmamış iniyor ama zamanın getirdiği değişim onları çarpıtıyor. Daha doğrusu, kitap olduğu gibi duruyor da bizim anlayışlarımız çarpılıyor. )

2. Yönetiminin gereği olarak kendi katından şiddetli bir azapla uyarmak ve iman edip içten davrananları güzel mükafatlarla müjdelemek için,

"Kayyum": Cami hademesi, topluluğa hizmet eden, belli bir mal varlığını yönetmesi veya belli bir işi yapması için görevlendirilen kimse. "Be's": Ceza, azap, şiddet, korku, zarar, zorluk, zahmet, yokluk, yoksunluk, fakirlikten dolayı kötü duruma düşmek.)

3. Orada ebedi kalıcıdırlar,

4. Bir de O İlah oğul edindi diyenleri uyarmak için,

( Yahudiler ve Hristiyanlar kastediliyor. Kuran Tevbe 9/30 ayetinde Yahudilerin Üzeyr'i / Ezra'yı, Hristiyanların ise İsa'yı Allah'ın oğlu kabul ettiklerinden şikayet eder. ) 

5. Ne onların ne de atalarının bu konuda hiçbir bilgisi yok, ağızlarından çıkan söz sadece büyük bir yalan,

6. Bu sözlere iman etmiyorlar (anlamıyorlar) diye üzülüp neredeyse kendini harap edeceksin,

7. Biz yerin üstünü kimin iyi işler yapacağını görmek için süsledik,

8. Ve onun üstündeki şeyleri kuru toprak gibi değersizleştiren yine biziz,

("Said": Toprak. "Cürüz": Verimsiz, çorak.)

9. Yoksa sen "ashabı kehf ve rakim"in (yer altına sığınanların ve yer üstündeki yazı sahiplerinin) anlaşılmaz ayetlerimizden biri olduğunu mu  sanıyordun?

("Ashab": Halk, ahali, topluluk. "Gar": Dağlarda hayvanların barındığı kovuk, oyuk, girinti gibi doğal boşluklar, mağara. "Kehf": İnsan eliyle yapılmış tünel, mahzen, sığınak gibi yeraltı yapıları. "Rakim": Yazılmış nesne, yazı yazılacak levha. "Aceb": Acayip, tuhaf, anlaşılmaz.  

Kuran, Tevbe 9/40 ayetinde Hz. Muhammet’in Mekke’den Medine’ye kaçışını ve Ebubekir ile birlikte sığındıkları Sevr mağarasını anlatırken “gar” kelimesini kullanıyor. Keza Tevbe 9/57 ayetinde, Müslümanların Tebuk seferindeki isteksizliğini anlatırken yine “gar/magar” kelimesini kullanıyor. Ne var ki ashabı kehf'i anlattığı bu surede bir defa bile "gar" kelimesini kullanmıyor. Surenin 10, 11, 16, 17 ve 25 ayetlerinde mağara anlamına karşılık olarak sürekli "kehf" kelimesini kullanıyor, neden..?

Eski sözlüklerde bu iki sözcüğün birbirinden farklı anlamlar taşıdığını görüyoruz. "Gar" sözcüğü dağlarda hayvanların yaşadığı tabii oyukları ve girintileri, "kehf" sözcüğü ise insan eliyle yapılmış yeraltı sığınaklarını anlatıyor. 

Bu fark bizi öncelikle Sümer tarihinde okuduğumuz yeraltı dünyasına, yeraltı tanrısı Nergal’e, yeraltı tanrıçası Ereşkigal’e ve yeraltı dünyasına gidip ölen ve ölümden sonra dirilen tanrıça İnanna’ya götürüyor. Sonrasında benzer anlatımların farklı tanrı ve tanrıça isimleri ile Akat, Babil, Asur, Hitit, Mısır, Grek ve Roma dönemlerinde de devam ettiğini görüyoruz. Bu inançlardan Asur dönemine ait bir örnek bugün Kuzey Irak’taki Laleş vadisinde hala yaşıyor. Ezidiler, bu vadideki mağaraları kutsal hac mekanı olarak hala ziyaret ediyor, bayram kutluyor ve o yeraltı sığınaklarında geceleri bayram yemekleri yiyorlar. 

Bu yeraltı şehirlerinin dünyada başka örnekleri de var. Türkiye’de Nevşehir Derinkuyu yeraltı şehri, Hindistan’da Ellora ve Ajanta mağaraları, Çin’de Guyaju ve Maijishan mağaraları bunlara örnek verilebilir.  Özetlersek, yeraltı kavramının altında, tarihte yaşanmış sosyolojik bir gerçeklik yatıyor. )

10. O gençler yeraltı sığınağına girdiklerinde dediler; Rabbimiz bize katından yardım et ve şu aydınlatma işimizi amacına ulaştır,

( Burada bazı sorular sormak zorundayız; Neden yaşlılar değil de gençler, kim bu gençler? Peki, kim onlara halkı aydınlatma görevi vermiş, halkı aydınlatmak için neden yer altında bir sığınağı seçmişler? )

11. Böylece onların kulaklarını yıllar yılı dış dünyaya kapadık,


( Neden gençler sorusunun cevabını bu ayette bulur gibiyiz. İnsan gençlik döneminde güçlüdür, her şeyi bildiğini ve her şeye gücünün yeteceğini düşünür. Bu nedenle, söylenenler doğru bile olsa çoğu kere başkalarının sözüne kulakları tıkalıdır ve kendi doğru bildiği yoldan gitmek ister. )   

12. Sonra da kaldıkları süreyi iki taraftan hangisinin daha iyi hesaplayacağını görmek üzere onları uyandırdık,

( O taraflardan biri Kuran'ın "ashabı kehf" dediği yerin altına sığınanlar, diğeri "ashabı rakim" dediği yerin üstünde olanlardır. )

13. Şimdi sana onların hikayesindeki gerçeği anlatacağız; O gençler rablerine iman etmişlerdi ve doğru yoldaki ilimlerini arttırdık,

("Rab": Efendi, sahip, koruyan, gözeten, yetiştiren, eğiten. "İman": İnanmak, anlamak, emin olmak. "Huden": Yol gösterici, aydınlık bilgi.  

Bu gençler yukarıda söz ettiğimiz gençlere benzemiyorlar, doğru söze kulak veriyorlar. ) 

14. Ve onların anlayışını keskinleştirdiğimizde kalkıp dediler; Rabbimiz göklerin (bilgeliklerin) ve yerin (insanlığın) rabbidir, Ondan başka bir ilaha asla dua etmeyiz, aksi halde saçmalamış oluruz,

15. Şu bizim toplum aslı ispatı olmayan ilahlar edindi. O İlah hakkında yalan söyleyip çarpıtandan daha zalim (nefsine uyan) kim var?
  
( Yine önemli sorularla karşı karşıyayız. Bu gençler kimin tarafındalar ve kime karşı çıkıp kimi aydınlatmaya çalışıyorlar? İsa döneminde Hristiyan olmuşlar da, doğuda henüz Hristiyanlığı kabul etmeyen çok tanrılı inançlara mı karşı çıkıyorlar, yoksa Kuran'ın reddettiği Hristiyanlık anlayışına mı? Yoksa her ikisine birden mi karşılar? 

İsa'dan 500 yıl kadar kısa bir süre sonra yeni bir peygamberle yeni bir din tesis edildiğini ve Kuran'ın Hristiyan Doğu Roma'ya soğukluğunun bin yıl sonra İstanbul'un fethiyle sonuçlandığını hatırladığımda, gençlerin her iki tarafa da karşı çıktıkları sonucunu çıkarıyorum.

Peki, kimdi gençlerin inanıp bağlandığı ve tanıtmaya çalıştıkları O rab? 

Bizans'ı yıkıp Orta çağı kapatan Sultan Mehmet'in hangi siyasi desteklerle Fatih olduğunu,
Peygamberin dostlarından Eyyüb el Ensari'nin, Fatih'ten 784 yıl önce o yaşlı haliyle İstanbul'un Eyüp sırtlarında ne işi olduğunu, 
Hz. Muhammet sağken sık sık Cebrail suretinde vahiy getiren ve Muaviye döneminde Şam'a yerleştiği söylenen Dihye Bin Halife'nin o günlerde hayatta olup olmadığını, 
O günlerde hayatta ise Eyyüb el Ensari'nin Dihye'den bir talimat alıp almadığını, 
Haliç zincirinin ve karadan yürütülen kadırgaların sırlarını,
Topları döktüğü söylenen Macar Urban'ın varlığı ve kimliği üzerindeki tartışmaları, 
Bugün o toplardan birinin İngiltere'de, birinin İtalya'da ne işi olduğunu, 
Ve yirmi yaşındaki Sultan Mehmet'i çekip çeviren hocaların kim olduklarını ve kimlerin emrinde olduklarını öğrendiğimizde, 
Sanırım o rabbi daha yakından tanımış olacağız. )

16. Mademki onlardan ve O İlah dışındaki inançlarından uzaklaştınız, şu halde sığınağa sığının ki rabbiniz destek verip işinizi kolaylaştırsın ve size yardımını genişletsin,

( Hocaları gençlere çok eski bir mücadele yöntemini öneriyorlar. ) 

17. Görürsün ki, güneş (bilim) sığınağın sağından doğar ve yanlarından geçip giderek solundan batarken, onlar onun geniş boşluğundadır. İşte bu O İlah’ın ayetlerindendir. O İlah kime doğru yolu gösterirse o kimse doğru yolu bulur ve kimi de saptırırsa artık ona gerçeği gösterecek bir yardımcı bulamazsın,

( Bu ayeti şöyle anlayabiliriz; Neye iman ettiğini bilen insanlar için bilimsel gelişmeler şaşırtıcı değildir ve onları yoldan çıkarmaz. ) 

18. Onları (saptırdıklarını) uyanık sanırsın, oysa uykudadırlar ve biz onları sağa sola döndürür dururuz. Ve köpekleri de (hırs) mağaranın girişinde kollarını uzatmış haldedir. Eğer görseydin onlardan korkar ve dönüp kaçardın,

( O sığınak dünya, gece gündüz uyuyan da bizleriz, sadece köpeğimiz uyanık. Eski bilgeler o köpeğin adına Kıtmir demişler, neden o ismi vermişler? Çalışma arkadaşımız Saffet bey Fatır 35/13 ayetinin sonundaki kıtmir kelimesini hatırlatıyor; Kıtmir hurma çekirdeğinin zarı demek, yani o köpeğimiz bir çekirdek zarını bile kıskanacak kadar hırslı. Arkadaşımız mağarada uyuyanların isimlerinin de böyle müteşabih anlamlar taşıdığını düşünüyor. Mesela bencil, saldırgan, kıskanç, vurdumduymaz, gibi. Sanırım Hz. Muhammet "köpek olan eve melek girmez" derken sadece köpekleri kastetmiyordu. )

19. Derken kendi aralarında durum değerlendirmesi yapsınlar diye onları (gençleri) gönderdik ve onlardan biri dedi; Ne kadar kaldınız (sığınakta)? Dediler; Bir gün, ya da günün birazı. Yine dediler; Ne kadar kaldığınızı rabbiniz daha iyi bilir, şimdi içinizden birisini şu damgasız gümüşünüzle (tarafsız doğru yolunuz ile) şu medeniyete gönderin de oranın yiyeceklerine baksın ve hangisi temiz ise bize bir rızık getirsin ve sakın sizi kimseye belli etmesin,

("Baas": Göndermek, diriltmek. "Sail": Soran, soruşturan, bilgi arayan. "Verik": damgasız gümüş, kime ait olduğu bilinmeyen gümüş para, düz yol, doğru yol. "Medine": Medeni, medeniyet, şehir.  

Gençlerin, "bir gün veya daha az kaldık" dedikleri sığınak dünya hayatıdır ve Kuran şöyle anlatır; 

" Dedi; Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? Dediler; Bir gün, belki daha bile az, istersen sayanlara sor, Dedi; Evet çok az kaldınız, keşke bunu vaktiyle bilmiş olsaydınız. Müminun 23/112-114." )

20. Eğer sizi fark ederlerse taşlarlar (kovarlar) veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman zaten ebedi kurtulamazsınız,

( Ne tuhaf ? Biz gençlerin uyuduğunu zannediyorduk, meğer uyuyan bizlermişiz de onlar uyandırmak için gelmişler. Tuhaf olan bir şey daha var. Bizim hayran olduğumuz medeniyet bizi içine çeken derin bir denizmiş ve her yiyeceği temiz değilmiş. )

21. İşte böylece, O İlah’ın vadettiği o saatin şüphe götürmez bir gerçek olduğu bilinsin diye biz onları açığa çıkardık. Onları konuşup tartışanlardan kimisi dedi ki; Onların anısına bir anıt dikin. Rabbinin iyi tanıdığı kimselerse onlar hakkında baskın çıkıp şöyle dediler; Biz onların anısına mutlaka bir mescit yapacağız,

( Bu tablo bugün hala aynıdır. Ashabı Rakim dediğimiz yazı ve hesap sahibi bilimsel toplumlar kutsallıklarını resim, anıt, heykel gibi sanatsal eserlerle ifade etmeye çalışır, Ashabı Kehf dediğimiz iman sahibi toplumlar ise kilise veya cami ile ifade etmeye çalışır. Kuran'ın İslam inancı bu ikisinin arasında bir yerlerde saklı görünüyor. )

22. İnsanlar karanlığa taş atar gibi; Onlar üç kişiydi dördüncü köpekleri derler, veya hayır beş kişiydiler altıncı köpekleri derler, veya onlar yedi kişiydiler sekizincisi köpekleri, derler. Sen de ki; Onların sayısını O İlah bilir, çünkü onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Şu halde işin gerçeği hakkında bilgin yoksa onlar hakkında ileri geri konuşma ve gerçeği bilmeyenlerin hiçbirinden de bilgi isteme,

23. Hiçbir şey için; Yarın mutlaka yapacağım, deme,

24. O İlah izin verirse, de. Unutursan rabbini hatırla ve de ki; Umarım rabbim beni daha doğrusuna ulaştırır,

( Neden konu birdenbire değişti ve neden söz sertleşir gibi oldu? Sebebini Taberi tarihi yazıyor.

" Kureyşliler, Muhammet’in peygamberlik iddiası hakkında bilgi edinmek üzere Nadr bin Haris ile Ukbe bin Muayt’ı çağırdılar ve onlara dediler ki;
- Medine’deki Yahudi ilim adamlarına gidin ve Muhammet’in neler söylediklerini anlatıp onun hakkındaki görüşlerini alın. Çünkü onlar kendilerine ilk kitap verilmiş kimselerdir ve peygamberlik hakkında bizim bilmediğimiz bilgileri vardır.
Bunun üzerine Nadr ile Ukbe yola çıktılar. Medine’ye varınca Yahudi ilim adamlarını buldular ve onlara Muhammet’in sözlerini anlatıp ne düşündüklerini sordular. Yahudi ilim adamları onlara şöyle dedi:
- Ona size söyleyeceğimiz üç şey sorun. Eğer cevap verebilirse o Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir, cevap veremezse Allah hakkında uydurduğunu anlar ona göre davranırsınız. Siz ona eski zamanlarda ayrılıp gitmiş bazı gençleri sorun, çünkü onların şaşılacak bir hikâyesi vardır. Yine ona dünyanın doğularına ve batılarına giden kimseyi sorun ve bir de ruhu sorun. Eğer size bunları haber verecek olursa ona uyunuz, o bir peygamberdir. Eğer yapamayacak olursa, biliniz ki yalan uyduran bir kimsedir.

Nadr ve Ukbe dönüp bilgi verdikten sonra Kureyşliler Resulullaha gelip şöyle dediler;
- Ey Muhammet, sen bizlere eski zamanlarda ayrılıp gitmiş genç delikanlıların durumunu haber ver. Çünkü onların başından hayret edilecek şeyler geçmişti. İkinci olarak sen bize yeryüzünün doğularına ve batılarına gitmiş, oldukça dolaşmış bir adam hakkında haber ver, ayrıca bizlere ruhun ne olduğunu da bildir.
Resulullah onlara;
- Yarın bu sorduğunuz şeylerden haber vereceğim, dedi ve onlar da ayrılıp gittiler. İddia edildiğine göre on beş gün geçtiği halde yüce Allah bu konuda ona bir vahiy indirmedi ve Cebrail de yanına gelmedi. Mekkeliler onun sorulara cevap veremediğini görünce dedikoduya başladılar. Vahyin gecikmesi ve Mekkelilerin sözleri Resulullah’ı üzdü. Nihayet Cebrail ona Allah nezdinden Kehf suresini getirdi. Resulullah Cebrail’e,
- Ey Cibril bizi endişeye düşürecek kadar geç kaldın, dedi. Cebrail de ona; " Biz rabbinin emri olmadan inmeyiz. Bildiklerimiz, bilmediklerimiz ve arasındakiler yalnız onundur, rabbin unutkan değildir. Meryem 19/64" ayetini okuyup Kehf suresinin 23 ve 24 ayetlerini indirdi."

Öyle anlaşılıyor ki, bu ayetler Hz. Muhammet'e rabbinden nazik bir uyarıydı.
 )

25. Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar, dokuz da ilave edildi,

( Bu rakamlar Hristiyan halkın konuştuğu rakamlardır. Roma imparatorluğu Hıristiyanlığı MS 325 yılında kabul etmişti ve Güneş takvimine göre hesap yapanlar üç yüz yıl, ay takvimine göre hesap yapanlar ise üç yüz dokuz yıl hesaplıyorlardı. )

26. De ki; Ne kadar kaldıklarını O İlah bilir, çünkü göklerin (bilgeliklerin) ve yerin (insanlığın) bilinmezlikleri Onundur. Onları en iyi O görüp işitir, onların Ondan başka dostu yoktur ve O hükmüne kimseyi ortak etmez,

( Ne kadar kaldıklarını hesaplayan iki taraf da yanılmıştı, çünkü işin gerçeği bambaşkaydı. İster yerin altında yaşıyor olsun ister üstünde, insanların pek çoğu hala mağaradaydı, hala uyumaktaydı ve ne zamandır uyuduklarını kimse bilemezdi. )

27. Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. Onun bir kelimesini bile değiştirebilecek olan yoktur ve Ondan başka sığınacak birini bulamazsın, 

28. Rablerinin yüzünü dileyerek sabah akşam dua edenlerin yanında nefsine sahip çık, bakışlarını dünyanın zenginliğine meyledenlere çevirme. İhtiraslarının peşinde koşan ve o konuda haddi aşan, kalbine zikrimizi (ilmimizi) unutturduğumuz kimselere uyma,

("Dua": Birisini çağırmak, aramak, yakarmak. 

Bu ayet sanırım yazı sahibi kültürlü Ashabı Rakim'e hitap ediyor. )

29. Ve de ki; Gerçek rabbinizdendir, artık dileyen görsün, dileyen görmesin. Biz zalimlere (nefsine uyanlara) çadır gibi üzerlerine kapanan bir ateş hazırladık. Söndürün diye feryat ettiklerinde erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su atılır. Ne kötü bir içecek ve ne kötü bir yardım,

30. İman edip içten olanlara gelince, şüphesiz biz iyilik yapanların mükâfatını unutmayız,

31. Onlar için içinde her şeyin su gibi aktığı cennet bahçeleri vardır. Orada altından bilezikler takınır, ipekten ve atlastan yeşil elbiseler giyerek tahtlar üzerine kurulurlar. Ne güzel bir ikram ve ne güzel bir durak,

( Altın bilezik ve yeşil elbisenin Sümerlere kadar uzanan derin bir geçmişi var. Altın bilezik günümüzde dahi sanat, meslek, yetenek, beceri, ustalık anlamında kullanılır. Yeşil elbisenin ise korunma ve kurtuluş anlamı taşıdığını düşünüyorum. ) 

32. Onlara şu iki adamı örnek ver; Bunlardan birine hurma ağaçlarıyla çevrili iki üzüm bağı vermiş, aralarındaki tarlalarda ekinler bitirmiştik,

33. Her iki bağ da salkım saçak ürün veriyordu ve aralarından bir nehir (bolluk) akıtmıştık,

34. Derken servet sahibi olduğunda arkadaşıyla konuşurken dedi; Ben senden daha zenginim ve insanlar tarafından daha çok seviliyorum,

35. Zalimlikle (nefsine uyarak) kendine yazık eden o kimse bağına girerken yine dedi; Bunların zarar göreceğini hiç zannetmem,

("Tebb": Zarar, ziyan, hasar, kayıp. "Ebeden": Hiçbir zaman, asla, sürekli olarak. )

36. O saatin geleceğini de zannetmem, hem rabbime döndürülsem bile orada bundan daha iyisini bulacağıma eminim,

37. Arkadaşı sohbet ederken ona dedi; Seni topraktan (ölüden) çıkarıp sonra nutfeden yaratan (saflaştıran) ve sonra düzeltip adama çeviren O İlah'a mı kafirlik (kalp körlüğü) ediyorsun?

("Turab": Toprak. "Nutfe": Duru ve saf su, deniz, meni, döl. "Sevva": Seviyeye getiren, dengeye koyan, düzelten, doğruya götüren.

Bu yaratılış safhası Müminun 23/14 ayetinde daha ayrıntılı anlatılır. )

38. O İlah benim rabbimdir ve ben rabbime kimseyi ortak koşmam,

39. Bağına girdiğinde; O İlah'ın dediği olur, O İlah'tan başka güç sahibi yok, demen gerekmez miydi? Sen beni kendinden fakir ve güçsüz görüyorsun ama,

40. Belki rabbim bana senin bağından daha iyisini verir de, ona (seninkine) gökten bir hesap gönderip kaygan toprağa döndürür,

("Husban": Hesap, azap, sıkıntı, kötülük. "Said": Toprak. "Zelk": Sürçme, kayma. 

Kaygan toprak ne demek? Bakara 2/264 ayeti şöyle tarif ediyor; "Ey iman edenler, O İlah’a ve diriliş gününe iman etmediği halde gösteriş için harcayan kimseler gibi, yaptığınız hayırları başa kakarak boşa çıkarmayın. Böyle kimsenin hayrı kaygan kaya üzerinde bir avuç toprağa benzer ki, sağanak bir yağmurda akar gider. Bunlar yaptıklarından bir şey kazanamazlar. O İlah kafir (kalp körü)toplumları doğru yola iletmez."

Daha ilginç olan bir şey var. Bu kaygan toprakları ve kayaları Kuran'dan 4000 yıl önce yazılan Gılgamış destanında da görüyoruz. İşte 11. bölümden birkaç satır;

"İnelim buradan, kaygan bir arazi bu,
Tek bir kişi yürüyemez burada,
Ama iki kişi, kolayca karşı koyabilir bir üçüncüye,
Hiç kimse tek başına koparamaz üç katlı bir halatı,
Ve bir aslandan çok daha güçlüdür iki genç aslan." 

41. Veya onun suyu çekilir de aramaya bile gücün yetmez,

( Diğer Kuran ayetleri bu ayetteki su çekilmesini imanı kaybetmek ve bir daha bulamamak olarak izah ediyor. ) 

42. Derken serveti kuşatılıp yok edildi. Yıkılmış çardakların karşısında emeklerine ah edip ellerini ovuştururken şöyle diyordu; Keşke rabbime ortak koşmamış olsaydım,

43. O İlah’tan başka yardım edebilen yoktu ve kendi kendini de kurtaramadı,

44. İşte bu noktada korunmak O İlah’ın gerçekliğindedir. O gerçekliği görmek, istenen sonuçları almak açısından en doğru olandır,

45. Onlara dünya hayatına misal olarak suyu örnek ver; Onu gökten indirdiğimizde yerin otları birbirine karışıp görüşür de, bir sabah gelen rüzgarlarla ufalanıp savrulurlar. O İlah her şeye gücü yetendir,

("İhtilat": Birbirine karışmak, karışıp görüşmek. "Nebat": Bitki, ot, topraktan yetişen her çeşit şey, Yemen civarında bir kabile adı. "Heşim": Kurumak, kırılıp ufalanmak, kurumuş ot. "Riyah": Rüzgarlar, devlet güçleri, yardımlar, zararlar, ziyanlar.

Bizden önceki nesiller kartal, atmaca, aslan, kurt, kaplan, ceylan gibi hayvan isimlerinin yanı sıra, çınar, çam, kavak, gül, selvi gibi bitkileri de isim edinirlermiş. Bugün taşıdığımız soyadları eski nesillerden kalan bir mirastır. Kuran, Allah'ı bilmeyen insanı topraktan biten her şey gibi ot cinsinden bir varlık sayar. Nitekim Ortadoğu'da MÖ 2000 - MÖ 500 yılları arasında yaşayan bazı milletlerin Nebatiler olarak anılmasının sebebi budur.

Şunu demek istiyorum; Kuran hikmetler kitabıdır ve bu ayet otlardan değil, insanlardan söz ediyor. )
       
46. Mallar ve oğullar geçici dünyanın süsüdür. Amaçlar ve sonuçlar açısından, kalıcı olan içten işler rabbinin katında daha değerlidir,

47. Dağları (alimleri, dinleri) silip attığımız gün yeri düzelmiş görürsün ve kimseyi bırakmaksızın onların hepsini toplarız,

48. Ve sırayla rabbine çıkarılırlar; Şüphesiz ilkinde nasıl yarattıysak yine öyle dönüp geldiniz, oysa vaat ettiğimizi asla yapamayacağımızı zannediyordunuz,

49. Kitap ortaya konduğunda suçluların orada olandan korktuklarını görürsün. Derler ki; Vay canına bu nasıl kitap, küçük büyük demeden her şeyi sayıp dökmüş. Onlar sadece yaptıklarını karşılarında buldular, yoksa rabbin kimse için zalim (nefsine uyan) olmaz,

50. Hani meleklere (bilgelere) Adem'e secde edin (ayaklarına kapanın) demiştik de, cinlerden (akıllı geçinenlerden) olan İblis dışında hepsi secde etmişlerdi. O rabbinin emrine isyan etti. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve takipçilerini mi koruyucu ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır, zalimler (nefsine uyanlar) için ne kötü bir tercih,

51. Ben onları ne göklerin (bilgeliklerin), ne yerin (insanlığın), ne de kendilerinin yaratılışına şahit tutmadım. Ben yalancıları yardımcı edinmem,

52. O gün seslenir; Çağırın ortak koştuklarınızı. Çağırırlar, ama cevap veren yoktur. Biz o gün hayallerle gerçeği ayırmışızdır,

53. Suçlular işte o zaman ateşe düşeceklerini ve kaçış olmadığını anlarlar,

54. Şüphesiz biz bu Kuran’da insanlar için her türlü misali verdik, ne çare insanların çoğu tartışmaya meyilli,

55. Doğru yol gösterildiğinde insanların iman etmelerine ve rablerinden af dilemelerine engel olan şey, ya eskiden gelen inançlardır veya cezalandırılma korkusu,

56. Biz elçileri ancak uyarmak ve müjdelemek için göndeririz. Kâfirler (kalp körleri) ise gerçeği uydurmalarla örtmeye uğraşır, ayetlerimizi ciddiye almazlar,

57. Rabbinin ayetleri hatırlatıldığında, kendi yaptıklarını unutarak sırt çevirenden daha zalim (nefsine uyan) kim var? Anlamasınlar diye anlayışlarını kapadık, kulaklarını tıkadık, artık sen onları doğru yola çağırsan bile sonsuza kadar doğru yolu göremezler,

58. Rabbin kusurları affeden ve yardım edendir, eğer onların yaptıklarını hemen sorgulasaydı hemen cezalandırırdı. Fakat onlara verilmiş bir söz var ve gidecekleri başka bir yer yok,

59. İşte aşırı gittiklerinde yok ettiğimiz ülkeler, onlara da belli bir süre vermiştik,

( Şimdi Musa talebesi ile birlikte yok edilen o eski kültürlere doğru yola çıkıyor. )

60. Bir vakitler Musa genç talebesine demişti ki; İki denizin birleştiği yere gideceğim ve ulaşıncaya kadar durmayacağım, ömrümü alsa bile,

("Bahr": Deniz, insan denizi, milletler. "Feta": Genç, delikanlı, talebe. "Mecmea": Toplanılacak yer, kavuşulan yer. "Hukb": 80 yıl, ömür. )

Hadisler Musa'nın yanındaki talebenin Yuşa Bin Nun olduğunu söyler ve kıssanın başını şöyle anlatır; 

" Bir zamanlar Musa Rabbine sordu; 

- Ya rab, sana kullarının en sevimlisi hangisidir? Buyuruldu ki;
- Beni hatırından çıkarmayan. Musa yine sordu;
- Ya rab en adil kulun kimdir? Buyuruldu ki;
- Hakça hükmeden ve arzularına uymayan kimse. Yine sordu;
-  En bilgili kulun kimdir? Buyuruldu ki;
- Belki bir kelime öğrenirim de doğru yolu gösterir veya bir felaketten kurtarır diye insanların ilmini araştırıp kendi ilmine ekleyen kimsedir. Bunun üzerine Musa dedi;
- Ya Rab, kullarının arasında benden daha bilgili biri var mı? Var, buyurulunca dedi;
- Şu halde onu nerede arayayım? Buyuruldu;
- İki denizin birleştiği yerde."

Bu iki deniz nedir, birleştikleri yer neresidir? Musa'nın yıllarca sürmesi muhtemel uzun bir süreyi göze alması, bu yolculuğun felsefi ve tarihi bir bilgi arayışı olduğunu düşündürüyor)

61. İkisinin birleştiği araya vardıklarında Hut'u (büyük balığı, büyük aklı) unuttular ve o denizde (insanlık denizinde) yolunu buldu,

Hadislerde bu balığın bir torbada yiyecek olarak taşınan tuzlu balık olduğu ve kayanın başında canlanıp denize kaçtığı anlatılır. Şüphesiz tuzlu balığın canlanabileceğine ancak iman sahibi temiz insanlar inanır, bu bizim gibi okuyan insanların yapabileceği bir şey değil. Ancak şu da var ki ayetlerde balık, tuz, kuru, gibi kelimeler yok, sadece "büyük balık" anlamına geldiği söylenen Hut var. Şu halde nedir bu Hut? )

62. Orayı geçip gittiklerinde talebesine dedi; Gıdamızı (zikrimizi, bilgimizi) getir, doğrusu bu yolculukta oldukça bitkin düştük,

( Eski sözlüklerde gıda kelimesine yemeğin yanı sıra zikir, bilgi anlamı verilir. Nitekim Hz. Muhammet peygamberlerin gıdasının ilim olduğunu söylerdi. )

63. Dedi; Biliyor musun, vardığımız kayanın (imanın) yanında Hut'u (büyük balığı, büyük aklı) unuttum ve onu bana unutturan şeytandan başkası değil. Ve o denizde (insanlık denizinde) şaşılacak bir yol (bilimsel yol) buldu,

( Sığındıkları o kaya, Kudüs'teki Kubbet'üs Sahra mescidinin altında bulunan ve halen Müslümanlarca da ziyaret edilen muallak kayasıdır. O kaya Tevrat'ta, İncil'de ve Kuran'da ayettir, imanın sembolüdür. Muallak; askıda duran, hakkında henüz karar verilmemiş, halledilmemiş, sürüncemede kalmış, boşta kalmış, demektir. O kaya, neye iman ettiğini bilenler için sağlam ve sarsılmazdır. Neye iman ettiğini bilmeyenler içinse boşta ve sallantıda, ha düştü ha düşecek! Ayet iman coşkusu içinde aklı bir yana koymanın yanlışlığından söz ediyor. Büyük balığın, yani büyük aklın denizde bulduğu yol ise bilimsel gelişmelerdir. )

64. Dedi; İşte aradığımız buydu. Bunun üzerine izlerini takip ederek döndüler,

( Musa'nın bu dönüşü bir bilimden başka bir bilime geri dönüştür. )

65. Ve orada katımızdan bir yardımla, ledünn'ümüzden (katımızdaki eski ilimden) ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul buldular,

Sözlüklerde “Ledünn” ün sırrını sadece Hz. Muhammet’in bildiği garip bir ilim olduğu yazılıdır. “Ledünn”ün hemen yanında ise, aynı kökten olduğu söylenen “Ledün” ve “Leda” kelimeleri vardır. Leda; o esnada, o sırada, katında, nezdinde, yanı, tarafı, gibi bir anlam taşıyor. Ledün de aynı manadaymış, ancak zamanın ve mekanın geçmişe dönük anlatımını ifade edermiş. Özetlersek, ayetin eski ilimlerden ve eski imanlardan söz ettiği anlaşılıyor. )

66. Musa ona dedi; Sana öğretilen ilimden beni aydınlatacak bir şeyler öğretmen için sana tabi olayım mı?

67. Dedi; Sen benim yanımda sabredemezsin,

68. İç yüzünü bilmediğin bir şeye nasıl sabredebilirsin?

69. Dedi; O İlah izin verirse beni sabırlı bulacaksın, işlerinde sana karşı gelmeyeceğim,

70. Dedi; Eğer bana tabi olacaksan, hiçbir şey hakkında bana soru sorma, ta ki ben sana ondan söz edinceye kadar,

71. Böylece anlaştılar. Sefine'ye (ilmi esere) girdiklerinde onu yırttı. Dedi; Onu, ehlini (yazanları, okuyanları) boğmak (yoksul bırakmak, cahil bırakmak) için mi yırttın, doğrusu çok kötü bir iş yaptın,

( "Sefine": Büyük gemi, çeşitli konulara dair kitap, ilmi ve dini eser. "Hark": Yarma, yırtma, suyun akacağı yarık. "Gark": Batmak, boğulmak. )

72. Dedi; Ben sana yanımda sabredemezsin dememiş miydim?

73. Dedi; Unuttuğum için kızma ve işimde zorluk çıkarma,

74. Devam ettiler. Yeni yetişen bir tanrı kölesine rastladıklarında onu öldürdü. Dedi; Sen nefse mukabil olmaksızın saf ve duru bir nefsi öldürdün öyle mi, doğrusu sebepsiz yere şiddet uyguladın,

("Gulam": Yeni yetişen erkek çocuk, tanrı kölesi. "Zeki": Arapça 'zel' harfi ile yazıldığında; Çabuk kavrayan, hızlı idrak eden. "Zeki": Arapça 'ze' harfi ile yazıldığında: Saf, duru, temiz yaratılışlı. "Naik/Nuak": Çobanın koyuna bağırıp çağırması. "Nukren": Sert davranmak, şiddet uygulamak.)    

75. Dedi; Ben sana yanımda sabredemezsin dememiş miydim?

76. Dedi; Bir daha sorarsam arkadaşlık etme, bu son özrüm olsun,

77. Devam ettiler. Bir köye vardıklarında halkından yemek (ilim) istediler. Ama oranın halkı o ikisini kendilerine layık görmediler. Derken orada yıkılmak isteyen bir duvar gördüler ve duvarı yerine oturttu. Dedi; İsteseydin bunu ücret karşılığı yapabilirdin,

("İstitam": Yemek isteme, yiyecek talep etme. "Bev": Geri çekmek, layık olmak, ikrar etmek. "Dayf": Misafir, meyletmek, yönelmek. "Cidar": Duvar, iki yeri birbirinden ayıran perde. "İnkidad": Yıkılma, dağılma. "İkame": Yükseltme, ayağa kaldırma, yerine oturtma. ) 

78. Dedi; Bu seninle benim aramda ayrılıktır. Şimdi sana sabretmeye dayanamadığın şeylerin iç yüzünü haber vereceğim,

79. O sefine (ilmi eser) denizde (insanlık denizinde) çalışan uyuşukların işiydi ve ben ona kusur vermek istedim. Çünkü onların arkasında bütün sefinelere (ilmi eserlere) el koyan bir Melik (O İlah) vardı,

("Miskin": Uyuşuk, tembel, güçsüz, zavallı. "Mesakin": Uyuşuklar, güçsüzler, zavallılar. "Amel": İş, çalışma. "Bahr": Deniz, yaşam. "Ayb": Kusur, leke, utandıracak hal. "Melik": Yönetim ve güç sahibi, tasarruf sahibi, hükümdar, Allah'ın isimlerinden biri. "Gasb": El koymak, zorla almak. )

80. Tanrı kölesi gence gelince; Ana babası iman sahibi insanlardı ve biz onları isyana ve inkara sürüklemesinden korktuk,

81. İstedik ki rableri onlara ondan daha iyi huylu ve merhametli olanı versin,

82. Duvara gelince; Medeniyetin içinde yaşayan yetim iki tanrı kölesinin idi. Onun altında ise onlara ait hazine vardı. Babaları ise içten olan bir kimse idi. Rabbin istedi ki o ikisi olgunluk çağına ulaşsınlar da rabbinden bir lütuf olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendi isteğimle yapmadım. Sabretmeye dayanamadığın şeylerin iç yüzü işte budur.

( Musa ile Hızır hikayesi burada bitiyor. Şimdi sırasıyla özetlemeye çalışalım, 

Birincisinde; Sefine ile anlatılmak istenen herhangi bir konuda, konuya iyice hakim olmadan yazılan ilmi eserlerdir. Bu tür eserler okuyanı yanlış yönlendirir ve zarar verir. Eserlere zorla el koyan hükümdar ise Allah'ın El Melik ismi ve Onun kudretidir. Bu tür eserleri eleştirip yanlışlarını ortaya koymak gerekir ki, onu yazanların ahiret günündeki hesabı ağır olmasın. 


İkincisinde; Gerçekte bir çocuk öldürülmez. Topluma, ailesine ve kendisine zarar vermemesi için bir çocuğun nefsindeki aşırılık öldürülür. Böylece anası, babası ve toplum için hayırlı bir evlat olması sağlanır. Eskiler bunun adına nefis terbiyesi diyorlar. 


Üçüncüsünde; Yetim iki çocuk, medeniyetin içinde okuyan kız ve erkek gençlerimizdir. Salih (içten) babaları Adem'dir. Duvar dindir ve kıyamete doğru yaklaştıkça yıkılmak ister. Altındaki hazine, yol gösterici Kuran'dır.  )

83. Ve sana Zülkarneyn’i sorarlar. De ki; Size onun zikrini (ilmini) anlatacağım,

( Hadisler Hz. Muhammet’in bu konuda sessiz kalmadığını ve bazı şeyler anlattığını gösteriyor. Ancak neredeyse tamamı uydurma ve yakıştırmalarla dolu olan bu hadislerden çıkardığım sonuç şu;

İnsanlık tarihinde bazı dönemler var ki, o dönemlerde beklenmedik şeyler oluyor ve beklenmedik insanların yıldızı parlıyor. Bu ayetler işte bu dönemleri ve yıldızı parlayan o isimlerin altındaki gerçeği açıklıyor. Zülkarneyn, yıldızı parlayan o isimlerin ortak adı. Kelimenin açılımı şöyle; Zü-el-karn-eyn. Zü (sahip), el (belirleme takısı), karn (boynuz), eyn (ikili) demek. Yani, iki boynuzlu anlamına geliyor. 


Neymiş o iki boynuz? Hz. Muhammet o iki boynuz hakkında şöyle diyor; " Güneş, şeytanın iki boynuzu arasından doğar." Bu iki boynuz Sümerlerin Gılgamış Destanında ikiz tepeler olarak geçer. Bu iki tepenin biri sabah biri akşamdır, biri gündüz biri gecedir, biri güneş biri aydır, biri bilim biri dindir. Zülkarneynler, dinden söz ederken bilimin peşinden yürüyen siyasi dünya figürleridir. 
Hz. Muhammet’in yaşadığı günlerde Zülkarneyn olduğu konuşulan tek isim Makedonyalı Büyük İskender'miş. Sonraki yıllarda Pers imparatoru Büyük Kiros gibi başka isimler yakıştıranlar da olmuş. Muhtemelen başka örnekleri de vardır. )


84. Biz yeryüzünde onun iktidarını destekledik ve ona her şeyi  sebep (bahane) yaptık,

("Mekane": Kudret, kuvvet, iktidar. "Sebeb": Vasıta, araç, bahane. )

85. Böylece sebeplere tabi oldu,

86. Güneşin (bilimin) battığı yere ulaştığında onu bir milletin gözünde (nazarında) yük olarak batıyor buldu. Dedik ki; Ey Zülkarneyn, onlara ister azap et, ister hoş gör,

87. Dedi; Kim zalim (nefsine uyan) ise ona azap edeceğiz ve rabbine döndürüldüğünde göreceği azap daha da şiddetli olacak,

88. Ancak kim iman etti ve içten davrandı ise onun karşılığı güzel olacak ve ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz,

( Zülkarneyn'lik görevinin Büyük İskender'e verildiği yıllarda Persler bilimden oldukça uzaklaşmışlardı. Görünüşte güneşe, ateşe, ışığa tapıyorlardı ama bilim güneşi onların nazarında bir yüktü. ) 

89. Sonra yine sebeplere tabi olarak,

90. Güneşin (bilimin) doğduğu yere ulaştığında, onu ondan (güneşten, bilimden) başka örtü edinmeyen bir toplumun üzerine doğar buldu,

( Bu ayetin Büyük İskender zamanında Antik Mısır'ı, günümüzde batılı ülkeleri  kastettiğini düşünüyorum. )

91. Zaten biz onlarla ilgili gelişmelerden haberdarız,   

92. Sonra yine sebeplere tabi olarak,

93. İki seddin ayırdığı yere ulaştığında, ilk ikisinden hariç söz nedir bilmeyen bir topluma daha rastladı,

( Sed sözcüğü ilk bakışta Çin seddini akla getiriyorsa da Büyük İskender'in yaşadığı yıllarda Çin seddi henüz yoktu, İskender'den 100 yıl sonra yapımına başlandı. Zaten Büyük İskender de Çin'e kadar gitmedi, Hindistan'dan geri döndü. İki seddin ne demek olduğunu başka bir Kuran ayeti şöyle açıklıyor;

" Biz onların önlerine ve arkalarına set çekip perdeledik, artık göremezler. Yasin 36/9."

Ben bu ayetin tek tanrılı dinlerin sözlerini bilmeyen Budist dinleri kastettiğini düşünüyorum. Önlerindeki set kıyamet bilgisi, arkalarındaki set ise tek tanrı O İlah bilgisidir. )

94. Dediler; Ey Zülkarneyn, yecüc ve mecüc bu topraklarda karışıklık çıkarıyor. Sana bedelini ödesek onlarla aramızda bir set yapar mısın? 

( Yecüc ve Mecüc, Tevrat'ta Gog ve Magog olarak geçen bir ismin Arapçalaşmış biçimidir. Nuh'un oğlu Yafes'in soyundan geldikleri söylenir. Belli bir ulusu değil, Uzak doğuda yaşayan kısa boylu, kalabalık ve saldırgan tüm toplumları kastettiği düşünülür. )

95. Dedi; Rabbimin bana verdiği güç sizin teklif ettiğinizden daha iyidir. Siz bana kuvvetinizle yardım edin de onlarla aranıza sağlam bir engel yapayım,
  
96. Bana büyük demir parçaları getirip hepsi eriyinceye kadar körükleyin. Onu erimiş bir ateş yapınca dedi; Erimiş bakır getirin üzerine dökeyim,

("Züber": Büyük demir parçaları, örsler. Seva: Denk, eşit, müsavi. "Sadef": Yüksek büyük dağ, her yüksek nesne, bir yöne eğilmek. "Nefh": Üflemek, şişmek, kabarmak

Hadid suresini okursanız ayetin söz ettiği demirin mizaç sertliği demek olduğunu göreceksiniz. Ancak ateş en sert demiri bile yumuşatır ve eritir. Bakır ise zaten yumuşaktır. Sert mizaçlı insanlar erimiş bakırla kaplandığında, insan sakin bir Budist olur. 

97. Artık onu aşmaya veya delip geçmeye güçleri yetmez,

98. Dedi; Bu rabbimden bir yardımdır ama rabbimin vaadi geldiğinde onu yerle bir eder, rabbimin vaadi gerçektir.

99. İşlerin tatil edildiği gün onlar karmakarışık bir halde çalkalanırken Sur'a (suretlere, resimlere) üflenir ve hepsini bir araya toplarız,

("Sur": Boynuzdan yapılan ve ses çıkaran boru. Buna İsrafil'in borusu da denir. Ayrıca suretin çoğulu yani suretler manasındadır. "Suret": Dıştan görünüş, yol, gidiş, hal. "Nefh": Üflemek, şişmek, kabarmak, değişmek. )

100. Ve işlerin tatil edildiği o günde kafirlere (kalp körlerine)  cehennemi gösteririz,

101. Benim zikrime (ilmime) gözleri kapalı, kulakları sağırdı,

102. Yoksa kâfirler (kalp körleri) beni bırakıp kullarımı mı dost edindiler? Biz cehennemi kafirlere konak hazırladık,

103. De ki; Kim en çok hayal kırıklığına düşecek size bildireyim mi?

104. Onlar dünya hayatında iyi işler yaptıklarını zannederken işleri boşa gidenlerdir,

105. Onlar rablerinin ayetlerine ve ona dönüşe kafir (kalp körü) kesildiler, bu yüzden yaptıkları boşa gitti. Diriliş günü tartıya bile almayacağız,

106. Kafir (kalp körü) oldukları, ayetlerimi ve elçilerimi alay konusu yaptıkları için cezaları cehennemdir,

107. İman edip içten olanların kalacağı yer firdevs bahçeleridir,

108. Orada sonsuz kalıcıdırlar ve hiç ayrılmak istemezler,

109. De ki; Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa, hâttâ bir o kadarı daha olsa, rabbimin sözleri bitmeden önce denizler biter,

110. De ki; Ben de sizin gibi sadece bir beşerim. Ancak bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. Artık kim rabbine ulaşmak isterse içten olsun ve rabbine kullukta başka bir şeyi ortak etmesin.
                                                                      
***


2 yorum:

  1. Zülkarneyn ve Kehf ehlinin kıssasının aslını daha doğrusu anladığımı diyelim size buradan değil mail yoluyla atabilirim. Bunu sizinle mail yoluyla paylaşacak olmamım nedeni, Kuran üzerinde çalışmanızı emek verişinizi şahsi olarak takdir ettiğimi düşündüğümdendir. Özellikle bazı isabetli yerleri gördükten sonra.

    YanıtlaSil
  2. Küçük bir izah vermek istiyorum. Hızır kıssası diye bilinen kıssa hakkında . Genel anlamda yorum yapmayacağım. KAYA konusunda küçük bir izahım olacak. Kehf suresi bidayetinde, 4. ayette Kuran kendini kastederek ''Allah oğul edindi diyenleri uyarıp korkutur'' demektedir.
    Allah oğul edindi diyen iki grup biri Yahudiler diğeri ise Hristiyanlar. Fakat bu 4. ayette kasıt edilen zümre ''Üzeyr Allah'ın oğludur'' diyen Yahudilerdir. Akabinde üçleme eleştirisi yapmamasından bu hristiyanlar olmadığı apaçık anlaşılır.
    5 ve 6. ayette geçen ''onlar'' zamiri yine Yahudilerdir.
    Ayetin devamında Allah Yahudilere hak ve hakikati öğretmeye başlar.
    Kehf suresi okunurken bidayette Allah kime hitap etti hangi grubu uyarıp korkutuyor ise; Kehf suresinde geçen kıssaların bütünü istisnasız Yahudi tarihinde aranmalı o meyanda ve doğrultuda okunmalı ve anlaşılmalıdır.
    Ve günümüze doğru biçimde tevil edilmelidir.
    Bakınız uyarıp korkutuyor, kimi? Yahudileri. Deccal yahudilerden değil miydi?
    Şimdi çoğunluk ''nerede yazıyor'' diyecek.
    Yoksa mana mihverinden sapar.


    -Ama onun yayı sağlam, Kolları esnek çıktı; Yakup`un güçlü Tanrısı, İsrail`in Kayası, Çobanı olan Tanrı sayesinde.
    Yaratılış 49:24- Tevrat.

    -Onların Kayası kendilerini satmamış Ve RAB onları ele vermemiş olsaydı, Nasıl bir kişi bin kişiyi kovar, İki kişi on bin kişiyi kaçırtırdı?
    Yasa'nın Tekrarı 32:30

    - Çünkü bizim Kayamız onların kayasına benzemez, Düşmanlarımız bu konuda yargıç olabilir.
    Yasa'nın Tekrarı 32:31- Tevrat.

    -`Hani sığındığınız kaya, Hani ilahlarınız nerede? diyecek,
    Yasa'nın Tekrarı 32:37- Tevrat.

    -Var mı RAB`den başka tanrı? Tanrımız`dan başka kaya var mı?
    Mezmurlar 18:31-


    -RAB benim kayam, sığınağım, kurtarıcımdır, Tanrım, kayam, sığınacak yerimdir, Kalkanım, güçlü kurtarıcım, korunağımdır!
    Mezmurlar 18:2


    Metaforik ve alegorik olarak anlatılan kehf suresinde ki kıssalar bu minvalde okunur ise eğer doğru mefhum ve mana yakalanmış olur şahsi kanaatime göre. Velakin İslami tefsir literatüründe bunu yakalayabilmişe denk gelemedim maalesef.

    Safa Kaçmaz'ın da bunu yapabileceğini düşünmüyorum yüzlerce tefsir gözlerden kaçırmış iken Kehf suresinde ki mesajları bunları münferit olarak tek başına bir Safa Kaçmaz'ın manasını anlayabileceğini düşünmeyenlerdenim.

    Kuran müthiş bir kitap, Kendinden önceki kitapları tashih ettiği gibi dini literatürde ki bütün mistik inançlar dahil kitaplara izahlara tek tek cevap verir ve hakkı anlatır tashih eder. O dönemde bunu bir tek kişinin yapabilmesi kanon listesinde ki kitaplara vakıf olabilmesi imkansızdır. Kuran'ın vahiy mahsulü olduğunun delili bizzat Kuran'ın kendisi müthiş izahlarıdır.

    YanıtlaSil