31 LOKMAN (Gılgamış)

İnsanla görünen O İlah adına,

1. Elif, Lam, Mim. ( Doğru, Eğri, İnsan. )

( Hurufu Mukattaa harfleri hakkında 68 Kalem suresi altında bilgi verilmiştir. )

2. İşte bilgelik kitabının ayetleri,

3. O İlah'ı görür gibi olanlar için bir yardım ve yol gösterici,

("Muhsin": Allah'ı görür gibi kulluk eden, iyi olan, iyilik eden. )

4. Onlar ki namazı (duayı) yükseltir, malından verip temizlenir ve ahiretin (ölümden sonra gelecek hayatın) kesin olduğunu bilirler,

5. İşte onlardır rablerinin gösterdiği doğru yolda kurtuluşa erenler,

6. İnsanlardan bazısı O İlah’ın yolundan saptırmak için bilmediği içi boş sözler edinir ve onu alaya alırlar, işte onlar için rezil edici bir azap var,

7. Ayetlerimiz okunduğu zaman sanki işitmemiş gibi büyüklük taslayarak çekip gider, sen ona acıklı bir azabın haberini ver,

8. Şüphesiz iman edip içten olanlar için içinde her şeyi bulacakları cennetler vardır,

9. Orada ebedi kalacaklar. O İlah’ın verdiği söz gerçektir, Odur Sevgili Bilge,

10. O gökleri (bilgelikleri) görünür bir destek olmadan yarattı, görüyorsunuz. Yer (insanlık) kargaşaya düşmesin diye dağlar (alimler) koydu ve orada türlü çeşit yürüyen hayvan yaydı, gökten (bilgeliklerden) su (ilim) indirip türlü bitkiler bitirdi,

( Bilindiği gibi su tek başına bir bitki yetiştiremez, bir bitkinin yetişmesi için verimli toprak, güneş, hava, daha da önemlisi ise bir filizi veya tohumu olması gerekir. Tüm bunları bir araya getiren şey ise ilimdir. )

11. İşte bunlar O İlah’ın yarattıklarıdır, Ondan başkasının yarattığı herhangi bir şey gösterebilir misiniz? Hayır, zalimler (nefsine uyanlar) açık bir yanılgı içinde,

12. Şüphesiz Lokman’a O İlah'a teşekkür etsin diye bilgelik verdik. Teşekkür eden ancak kendi için teşekkür eder, kafirlik (kalp körlüğü) eden de bilsin ki O İlah övgüye muhtaç değil,

( Lokman'ın kim olduğu Hz. Muhammet zamanından bu yana karanlıktadır ve bugün hala bilinmiyor. Hadislerin arasına sıkıştırılmış bir takım tahmin ve yakıştırmaları bir yana bırakırsak, bu konuda ciddi bir belgeye ben de ulaşabilmiş değilim. Ancak, Kamer suresindeki tufan ayetlerini çalışırken okumak zorunda kaldığım Gılgamış destanında bir şey dikkatimi çekti. Kuran'ın "bilge" sıfatı verdiği Lokman ile destan kahramanı Gılgamış arasında büyük benzerlikler var. Üstelik bu benzerlikler sadece bilgelikle sınırlı kalmıyor, taştan insanlar, cennet, cehennem, miraç gibi pek çok konuda daha benzerlikler var. Ölümsüzlük otu, hekimlik sembolü yılan, yağlar ve merhemlerden söz eden tüm bu benzerlikleri surenin sonuna eklediğim destanda okuyabilirsiniz. )

13. Lokman oğluna öğüt vererek demişti ki; Ey oğlum O İlah'a ortak koşma, şüphesiz Ona ortak koşmak zalimliğin (nefse uymanın) en kötüsüdür,

( Jean Bottero'ya göre Gılgamış destanı MÖ 2650 yıllarına ait. Gılgamış kelimesinin Sümerce "Bilga.Mış" olarak yazıldığını ve "Güçlü Bilge" anlamına geldiğini söylüyor. Diğer taraftan, tek tanrı inancının doğuşunu ve tek tanrı Marduk'u anlatan Sümer destanı Enuma Eliş MÖ 2000 yıllarına ait. Bu nedenle Gılgamış destanında Allah adı yok. Destan boyunca çok tanrılı dönemin tanrılarından, daha doğrusu onların da görmedikleri tanrısal isimlerden söz ediliyor. )   

14. Biz insana ana babasını emanet ettik. Anası ona hamile kalıp sütten ayrılana kadar iki yıl nice sıkıntılar çekti. Anaya babaya teşekkür bana şükürdür, dönüş banadır,

15. Bilgin olmayan bir şeyle ortak koşman için zorlamaları hariç onlara dünyada sahip çık, bana yönelenlerin yoluna uy. Dönüşünüz banadır ve yaptıklarınızı haber veririm,

16. Ey oğlum, bir hardal tanesinden küçük olsa bile, yerin göğün derinliklerinde veya bir kayanın içinde olsa bile, yine de O İlah onu getirir. Doğrusu O İlah hissettirmeksizin her şeyden haberdardır,

17. Ey oğlum namazı (duayı) yükselt, iyilik yap, kötülüğe engel ol, başına gelene sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir,

18. İnsanları küçümseme ve büyüklenme, zira O İlah kendini beğenip övünenleri sevmez,

19. Mütevazi ol ve sesini yükseltme, unutma ki seslerin en kabası eşeklerin sesidir.

( Mevlana Mesnevi'de bu ayeti şöyle tefsir eder; " Eşek kurdun dişleri arasına düştüğünde bile ses çıkarmaz da iki halde anırır, biri karnı acıktığında, diğeri çiftleşmek istediğinde." )

20. O İlah'ın göklerde (bilgeliklerde) ve yerde (insanlıkta) olanları emrinize amade ettiğini, bilinen bilinmeyen nice nimetler verdiğini görmüyor musunuz? Yine de kimi insanlar doğru yolu gösteren bir ilmi veya aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın O İlah hakkında tartışır,

21. Onlara O İlah’ın indirdiğine uyun denildiğinde, hayır biz atalarımızın yoluna uyarız, derler. Şeytan ateş azabına çağırıyor olsa bile mi?

( Bugün 12 Haziran 2014, Çarşamba. Gece saat üç gibi ramazan davulları çalmaya başlayınca çalışmaya ara verip düşünmeye başladım. Müslümanlar ne yaptıklarının farkındalar mı acaba? Ramaz, cehennem ateşinin kavurucu sıcaklığı demek, oruç da bunu hatırlatan bir ceza. Fakat anlamadığım bir şey var, ne Kuran'da, ne Hz. Muhammet’in sünnetinde olmadığı halde Müslümanlar bu eskimiş adetle komşularına eziyet etmekte niçin ısrar ediyorlar? Bana göre o davullar artık ateşe çağırıyor.

Bugün 30 Mayıs 2017, Salı. Gece yine saat üç, yine Ramazan ayı ve yine davullar çalıyor. Yukarıdaki satırları İslam fıkhına istinaden akıl yürüterek yazmıştım. Ama 3 yıl sonra okuduğum Gılgamış Destanı düşündüklerimin doğru olduğunu gösterdi. Gılgamış Destanı 12 bölüm olarak bilinir, ancak Sümer araştırmacılarının Destanın 11. bölümde bittiği ve 12. bölümün Asurlular zamanında yazılan ek bir yorum olduğu konusunda hiç şüpheleri yoktur. Şimdi size Ankara Üniversitesi Sümeroloji Bölümü Araştırma Görevlisi Ömer Kahya’nın hazırladığı 12. ek bölümden kısa bir paragraf aktarıyorum. 

" Gılgamış, İnanna’nın huluppu ağacını büyüden etkilenmeyen yılan, Anzu kuşu ve hayalet kızdan geri alır ve keserek İnanna’ya hediye eder. İnanna bunun üzerine ağacın kerestesinden yaptırdığı pukku (davul) ve mikku’yu (tokmak) Gılgamış’a hediye eder. Ancak Gılgamış’ın davul (pukku) ve tokmak (mikku) ile yaptığı şeylerden dolayı bağırıp çağıran Uruklu dulların ve genç kızların sesleri, davul ve tokmağın ölüler diyarının dibine (cehenneme) düşmesine sebep olur."

Sakın bu Ramazan davulları da bizim cehennemin dibine düşmemize sebep olmasın? Çalar saatlerin ve cep telefonlarının olmadığı yıllarda, uyanmak ve oruç tutmak isteyen samimi Müslümanlar için bu davullar elbette yararlı olmuştur. Elbette düğünlerde derneklerde hala ihtiyaç duyarız. Ancak Allah bile Allah olduğu halde bazı ayetlerini daha iyisiyle değiştirirken, bizim bu eskimiş adette ısrar etmemiz yakışık alıyor mu? )  

22. Kim yüzünü O İlah’a Onu görüyor gibi teslim ederse en sağlam kulpa yapışmış demektir, işlerin sonu O İlah’a varır,

23. Kafirlerin (kalp körlerinin) körlüğü seni üzmesin, onların dönüşü bizedir ve yaptıklarını kendilerine haber veririz. Şüphesiz O İlah içlerinde olanı bilir,

24. Onları biraz geçindirir sonra ağır bir azaba sürükleriz,

25. Onlara gökleri (bilgelikleri) ve yeri (insanlığı) kim yarattı diye sorsan şüphesiz Allah derler. De ki; O İlah işte bu nedenle övülendir, ne var ki onların çoğu bilmiyor,

26. Göklerde (bilgeliklerde) ve yerde (insanlıkta) ne varsa O İlah'ındır. Şüphesiz O İlah övülen en büyük zengin,

27. Yeryüzünde ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa ve onlar gibi yedi deniz daha olsa, yine de O İlah’ın sözleri yazmakla bitmez. Şüphesiz O İlah Sevgili Bilge,

( Gılgamış destanını okuduğunuzda bu ağaçları ve denizleri siz de görür gibi olacaksınız. )

28. Sizin yaratılışınız ve dirilişiniz, tek bir nefsin yaratılıp diriltilmesi gibidir, şüphesiz O İlah her şeyi işiten ve görendir,

29. Görmez misin ki O İlah güneşi (bilimi) ve ayı (dini) buyruğu altına almış, geceyi (cehaleti) gündüze (bilgiye), gündüzü (bilgiyi)  geceye (cehalete) çevirir. Her biri söz verilen güne doğru akar gider, O İlah yaptıklarınızdan haberdardır,

30. O İlah gerçeğin kendisidir, Onun dışında tapındıkları ise boş bir hayaldir. Şüphesiz O İlah en büyük güçtür,

31. O İlah'ın bir nimeti olarak denizde (hayat denizinde) akıp giden gemileri (dinleri, inançları) görmez misin? Şüphesiz çalışan ve kıymet bilen herkes için bunda bir ibret vardır,

32. Onlar O İlah'ın dininde ancak gölge gibi peşlerini bırakmayan bir belaya düştüklerinde içten dua ederler. Kurtarıp güvene kavuşturduğumuzda aklı başında bazısı aşırılıktan sakınmaya başlar. Ayetlerimizi zorba kafirlerden (kalp körlerinden) başkası bilerek tartışmaz,

33. Ey İnsanlar, rabbiniz için koruyup korunun ve ne babanın evlada, ne de evladın babasına yardım edemediği günden korkun. Muhakkak ki O İlah’ın verdiği söz gerçektir. Dünya hayatı sizi aldatmasın, O İlah hakkında bir cehalet (tagut) ise sakın aldatmasın,

34. O saatin ilmi O İlah katındadır. Yardımını indirir ve rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını ve nerede nasıl öleceğini bilmez. Şüphesiz her şeyi bilen her şeyden haberdar olan O İlah'tır.

***


GILGAMIŞ DESTANI Prof. Jean Bottero çevirisi

Açıklama: Gerek aşağıda okuyacağınız Bottero çevirisinde, gerekse daha altta verdiğim Landsberger çevirisinde göreceğiniz sarı boyalı italik satırlar benim eklediğim açıklamalardır. Diğer italik siyah satırlar yazarların kendi açıklamalarıdır. 


BİRİNCİ TABLET 

Tanıtacağım cümle âleme yerin altındaki suyun kaynağını göreni,


( Yer altındaki su kaynaklarını tespit etmek ve su kuyusu açmak yakın zamanlara kadar revaçta olan çok önemli bir bilgelik ise de bu su bildiğimiz su değil. Bu anlatımda Yer; tanrılar tarafından yaratılan insan hayatını, Yerin altındaki deniz; insanın ölüp dirildikten sonra tekrar yaşayacağı ölümsüz hayatı anlatıyor. )

Her şeyi görmüş, tüm dünyayı tanımış, her şeyin sırrına ermiş olanı,

Ve her yerde gizli kalmış her şeyi keşfedeni,

Bilgelerin bilgesini, her şeyi bir bakışta kavrayanı,

O seyreyledi karanlıkları, açıkladı tüm gizemleri,

( Seyredilen karanlıklar insanın hayata ve ölüme dair cevap aradığı sorulardır.)

Hatta öğretti bize Tufan'dan önce olup biteni,

Çıktığı uzun yolculuktan dönünce bitkin, fakat olgun bir bilge olarak,

Kazıdı bir mezar taşının üstüne başından geçen her şeyi,

Odur ağılı bol Uruk'u surlarla çevirten,

Ve kutsal hazine Eanna Tapınağı'nı inşa ettiren,


( Yazarın notu: Uruk hem çok eski geçmişi, hem de surlar içindeki çok büyük Eanna tapınağı ile ünlüydü. E. Anna, Sümer dilinde "Gök'ün Tapınağı" anlamına geliyor. Kutsal hanedanın kurucusu ve babası Gök tanrı An (Akkadcası Anu) ve gözdesi İnanna'ya adanmıştı. Akkadlar İştar diyorlardı ona. İnanna/İştar, Aşk ve Savaş Tanrıçasıydı.)

Bak kıldan örülmüş bir urgan gibi sımsıkı örülmüş duvarlarına,

Bak bu eşsiz sütunların kaidesine,

Dokun çok uzaklardan getirilmiş kapı eşiğinin taşına,


( Kapı eşiği dini literatürde önemli bir kavramdır. Hz. İbrahim ve oğlu İsmail ile ilgili bazı anlatımlarda "iyiyi ve kötüyü ayıran sınır" olarak tanımlanır. )

İlerle, başka krallardan hiçbirinin ve hiç kimsenin asla bir benzerini yapamadığı,

İştar’ın konutu Eanna'ya doğru,

Çıkıp Uruk'u çevreleyen surlara, dolaş üzerinde,

Dikkatle bak temellerine, gör nasıl örülmüş olduğunu,

Pişirilmiş tuğladan yapılmış değil mi bunlar?

Ve Yedi Bilge atmamış mıydı temellerini?


( Yazarın notu: Bir söylenceye göre insanın ve kültürün yaratıcısı Tanrı Enki'nin yetiştirdiği ve eğittiği Yedi Bilgedir. Yaşam için gerekli teknik bilgileri tüm ülkeye yaymışlardı. Giriştikleri her işi başarmalarını beklemek bir gelenekti. )

İşte Bir Şar (2 km x 2 km) Kent alanı, bir o kadarlık bahçeler,

Ve bir o kadar işlenmemiş toprağı kaplıyor İştar Tapınağı,

Gör işte bu Üç Şar üzerinde nasıl kurulduğunu Uruk'un,

Git ara şimdi bakır çekmeceyi, çevir bronz halkasını,

Aç gizli kanadını ve çıkar oradan gök mavisi anıt taşını,

Anlamak için Gılgamış'ın bunca serüvenden nasıl geçtiğini.


( Yazarın notu: Başlıca yapıların, tapınakların ya da sarayların temellerine, binayı yaptıran hükümdarın adına yazılmış "kuruluş belgelerini" içeren çekmeceler gömülürdü. Bu nedenle, Gılgamış'ın, kendi kahramanlıklarını, bir tür otobiyografi gibi, değerli bir "lacivert-gök mavisi tablet" üzerine yazmış olduğu sanılıyor.)

Uruk'un bir boğa kadar güçlü, ünlü, yiğit, gözde evladı, eşsiz hükümdar,

Düşer adamlarının önüne, ya da peşlerinden giderek yüreklendirirdi onları,

Kahraman savaşçı birliklerinin koruyucusu,

Taş duvarları bile yerle bir eden taşkın su seli,


( Gılgamış ve adamları taşkın su seline benzetiliyor. Bu benzetme, daha sonraları Tevrat, İncil ve Kuran’da da anlatılacak olan Nuh tufanının düğüm noktalarından biridir. )

Böyleydi işte Lugalbanda'nın oğlu, Yüce İnek, Dişi Manda Ninsuna'nın evladı,

Böyleydi işte görkemli, göz kamaştırıcı Gılgamış,

O açtı dağlarda geçitleri, O açtı dağlarda kuyuları,

Aştı denizi, engin denizi, Güneş'in doğduğu yere kadar.

Ve bulmak için ölümsüz hayatı,

Oydu her tehlikeyi göze alarak 
yaratılışı araştıran,

Tufan'ın yerle bir ettiği tapınakları yeniden kuran,

Uzaktaki Utanapişti'ye (Nuh'a) kadar,


( Yazar bu satırda, Akadca “ölümsüz hayat” anlamına gelen Uta.na.piştim kelimesinin Sümercedeki Zi.u.sud.ra söylenişine geçiyor ve kelimelerin nasıl değiştiğini açıklıyor. Bu açıklamaların arasında “uzak” anlamına gelen Akadca bir kelime var, “rügu”. Belki ilgisi yoktur ama, bu bana namazın esaslarından “rüku” kelimesini hatırlattı. Varsa da şaşırmam, zira secde de yakınlık demek. )

Kimselere değil, sadece ona vergiydi hükümdarlık,

Kim diyebildi onun gibi; "Kral benim, sadece benim!" diye,

Dünyaya geldiğinden beri seçkin biriydi Gılgamış,

Üçte ikisi tanrı, üçte biri insandı,

Ana tanrıça Mah tasarlamıştı vücudunun ve yüzünün biçimini ve de eşsiz gücünü,

Hayat doluydu, bir gelip bir gidiyordu Uruk'un surları arasında,

Bir boğa gibi başı dik, gücünü sergileyerek,

Ve sallayarak havada parıldayan silahlarını,

Muhafızları sürekli tetikte bekliyordu emirlerini,

Ama kendi aralarında korkudan titriyorlardı Uruk'un yiğitleri,

Diyorlardı; " Gılgamış bırakmıyor bir oğulu babasına,

Gece ve gündüz kibrinden dolayı O,

Her ne kadar ağıllı Uruk'un güçlü ve görgülü çobanı ise de Gılgamış,

Bırakmıyor yeni yetme bir kızı anasına, kız bir yiğide sözlü olsa bile,"

Onların dinmeyen yakınmalarını işiten Yüce Tanrılar,

Göklerin Tanrıları, seslendiler Uruk'un Tanrısına;

" Sen değil misin dünyaya getiren Gılgamış'ı,

Parıldayan silahlarını havada sallayan,

Muhafızları emirlerini sürekli tetikte bekleyen bu azgın boğayı?

Bırakmıyor bir oğulu babasına gece ve gündüz kibrinden,

Her ne kadar ağıllı Uruk'un güçlü ve görgülü çobanı ve uyruklarının kralı ise de,

Bırakmıyor yeni yetme bir kızı anasına, kız bir yiğide sözlü olsa bile,"

Sonunda onların yakınmalarını duydu Anu ve seslendiler Ulu Aruru'ya;


( Yazarın notu: Aruru Ana Tanrıça'nın adlarından biridir. )

"Sen ki İnsanı yarattın, şimdi de kulak ver Anu'nun dediğine,

Yarat onun tarafından tasarlanmış Kasırga'ya denk düşen birini,

Varsın O ve Gılgamış dövüşsünler birbirleriyle, yeter ki huzura kavuşsun Uruk,"

Duyunca bu dileği, yerine getirdi Aruru Anu'nun dediğini,

Yıkayıp ellerini bir parça çamur aldı ve bozkıra bıraktı onu,

Ve orada bozkırda yarattı gözü pek Enkidu'yu,

Ve saldı dünyaya savaş tanrısı Ninurta gibi savaşçı Enkidu'yu,

Bir kadınınki gibiydi buğday başaklarını andıran kıvır kıvır saçları,

Hemcinslerinden habersiz, yabani bir hayvan gibiydi yaşamı,

Ceylanlarla birlikte otluyordu,

Subaşına gidiyordu sürüsünün peşinden ve onlarla birlikte giriyordu suya,

Ama günün birinde bir Avcı, tuzaklar kuran biri yüz yüze geldi onunla subaşında,

Üst üste tam üç defa karşılaştı onunla subaşında ve Avcı donakaldı korkudan,

Ve Enkidu sürüsüyle birlikte dönünce inine, dehşete düştü Avcı,

Şaşkınlıktan dili tutuldu, yüzü sarardı,

Bir kaygı çöreklendi bağrına, daraldı göğsü,

Uzun bir yolculuktan dönen birinin yüzüne benziyordu yüzü,

Avcı o zaman açtı ağzını başladı söze ve seslendi babasına;

" Baba, çölden gelmiş biri var ki ülkenin en güçlüsü, en kuvvetlisi,

Kasları da gökten inmiş bir kaya gibi güçlü,

Her zaman çölde dolaşıyor, her zaman sürüsüyle birlikte otluyor,

Her zaman suvatın kıyılarında dolanıyor,

O kadar korktum ki yaklaşamadım yanına,

Bozdu avlanmak için kurduğum tuzakları, kopardı gerdiğim ağları,

Ve kaçırdı benden büyük ve küçükbaş hayvanları,

Bozkırda dolaşmamın mümkünü yok artık,"

Babası açtı ağzını başladı söze ve dedi Avcı’ya;

"Ey oğul, Uruk'ta yaşıyor Gılgamış,

Hiç kimse Onu alt edemedi daha,

Gök'ten inmiş bir kaya kadar güçlüdür kasları,

Var git oğul bul onu ve anlat ona bu insansı yaratığın gücünü,

Gılgamış aşk tapınağından bir Yosma'yı katacak yanına,

Ve sen onunla birlikte gideceksin ava,

Bu er kişinin ne kadar güçlü olduğunu anlatacaksın Yosma'ya,

Subaşına gelince onun sürüsü,

Yosma soyunup tüm güzelliğini koyacak ortaya,

Ve onu böyle çıplak görünce atılacak üzerine,

O zaman düşman kesilecek ona kendi sürüsü,"

Yola koyuldu bulmak için Gılgamış'ı,

Babasının öğüdüne kulak veren Avcı,

Varıp Uruk'a şöyle dedi; " Dinle beni Gılgamış, dinle diyeceklerimi,

Bozkırdan gelmiş bir er kişi var, ülkenin en güçlüsü, en kuvvetlisidir O,

Gökten inmiş bir kaya gibi güçlüdür kasları,

Bozkırda dolaşıyor sürekli, sürüsüyle birlikte otluyor sürekli,

Suvatın kıyılarında dolanıyor sürekli,

O kadar korktum ki yaklaşamadım yanına,

Bozdu avlanmak için kurduğum tuzakları, kopardı gerdiğim ağları,

Ve kaçırdı benden büyük ve küçükbaş hayvanları,

Bozkırda dolaşmamın mümkünü yok artık,"

Gılgamış seslendi o Avcı'ya;

"Aşk Tapınağının Yosması ile birlikte git oraya,

Subaşına varınca sürü, Yosma soyunup tüm güzelliğini koyacak ortaya,

Ve görünce onu böyle çıplak atılacak üzerine,

O zaman düşman kesilecek ona kendi sürüsü,"

( Genç avcı henüz yeni öğreniyordu ama, gördüğünüz gibi babası ve Gılgamış ezbere biliyorlardı bu eski insan avı yöntemini. )

Avcı onun bu sözleri üzerine kattı Yosma'yı yanına ve yola koyuldular,

Ve üç günün sonunda vardılar belli yere Avcı ile Yosma,

Orada, suvatın kıyılarında, tam iki gün beklediler,

Sonra oraya su içmeye geldi sürü, geldi hayvanlar susuzluklarını gidermeye,

Bozkırda doğup büyümüş Enkidu ot otluyordu ceylanlarla,

Sürüsüyle birlikte suvattan karnını doyuruyordu,

Su içiyordu suvattan kana kana hayvanlarla birlikte,

Yosma gördü onu, bu yabani insan yaratığı, bozkırın bu korkunç er kişisini,

"İşte O", dedi Avcı, "Soyun Yosma, göster oranı ki şehvete gelsin,

Ve korkma bitkin düşürmekten onu,

Atılacak üstüne seni böyle çırılçıplak görünce,

Yere at giysini, uzansın diye senin üstüne

Ve göster bu yabaniye tüm dişiliğini,

Düşman kesilecek ona kendi sürüsü O seni sevip okşarken,"

Ve Yosma başladı soyunmaya, çırılçıplak görünmek için ona,

Sevişmekten yorgun düşsün diye giysisini bırakıverince yere,

Enkidu abandı üzerine ve gösterdi Yosma bu yabaniye tüm dişiliğini,

Enkidu mırıldanarak okşarken onu, kızıştı Enkidu,

Tam altı gün yedi gece sevişti Yosma'yla,

Doyunca kadından aldığı zevke,

Davrandı tekrar katılmak üzere sürüsüne,

Ama kaçmaya başladı ceylanlar Enkidu'yu görünce

Ve uzaklaştılar ondan yaban hayvanları,

Gitmek istedi peşlerinden, fakat sevişmekten bitkin düştüğü için,

Titreyen dizleri el vermedi hayvanlara yetişmeye,

Tükendiği için gücü kuvveti, koşamıyordu eskisi gibi,

Ama olgunlaşmıştı, aklı başına gelmişti,

Gidip oturdu Yosmanın ayakları dibine, dikti gözlerini Onun yüzüne,

Anlıyordu kendisine söylediği her şeyi,

Yosma şöyle dedi ona; "Sen yakışıklısın Enkidu, bir tanrı gibisin,

Ne diye hayvanlarla birlikte başıboş dolaşıyorsun bozkırda?

Bırak götüreyim seni ağıllı Uruk' a, Anu ile İştar'ın Kutsal Tapınağı'na,

Orada yaşıyor en yiğitleri bile alt eden bir boğa kadar güçlü Gılgamış,"

Hoşuna gidiyordu Onun kışkırtıcı sözleri, sezinliyordu bir dosta kavuştuğunu,

Şöyle dedi Enkidu Yosma'ya; " Gel gidelim, götür beni Anu ile İştar'ın tapınağına,

En yiğitleri bile alt eden, bir boğa gibi güçlü Gılgamış'ın yaşadığı yere,

Yenişeceğim onunla ve çetin bir dövüş olacak bu,

Ve haykıracağım Uruk' un orta yerinde, en güçlü benim diye,

Varır varmaz oraya değiştireceğim gidişatını her şeyin,

Bozkırda doğan, en güçlü ve en kuvvetli olacak,"

" Hadi gel gidelim", dedi Yosma, "Bulalım onu, göstereceğim sana Gılgamış'ı

Çünkü biliyorum Onun nerede olduğunu,

Gel gidelim Enkidu ağıllı Uruk'a, süslü kemerler kuşanan yiğitlerin bulunduğu yere,

Her gün bir bayramın kutlandığı yere, davulların gün boyu çalındığı yere,

Güzeller güzeli Yosmaların işve dolu çığlıklar attıkları yere,

En yaşlı kişilerin bile geceleyin yataklarını terk ettikleri yere,

Enkidu, sen ki yaşamak nedir bilmiyordun,

Göstereceğim sana Gılgamış'ı, bu sakin ve korkusuz insanı,

Bakınca yüzüne, göreceksin ne kadar olgun,

Ne kadar güçlü ve heybetli olduğunu,

Üstelik alımlıdır vücudu, senden güçlüdür O,

Yorulmak nedir bilmez gece ve gündüz,

Bırak artık böbürlenmeyi Enkidu,

Şamaş sevgiyle sarmaladı onu,

Ve hem Anu, hem Enlil ve Enki akılla donattılar onu,

Sen yaşadığın bozkırdan gelmezden önce Uruk' a,

Gılgamış rüyasında gördü seni,

Ve kalkar kalkmaz yataktan rüyalarını anlattı anasına,

Ana, bu geceki rüyamı anlatayım sana; Gökteki Yıldızlar çevrelerken beni,

Gök'ten inmiş bir göktaşı küt diye düştü yamacıma,

Davrandımsa da yerden kaldırmaya, mümkünü yoktu kaldırmamın,

Yerinden oynatmaya yeltendimse de, kımıldatamıyordum bile,

Başına toplanmıştı Uruk'un ahalisi, halk kuşatmıştı çevresini,

İtişip kakışırken kalabalık, Yiğitler Onu görmek için koşuşmuştu,

Küçük bir çocukmuş gibi ayaklarını öpüyorlardı,

( 25 Mart 2016 tarihli medyada Papa Francis ile ilgili bir haber yayınlandı. 

" İsa çarmıha gerilmeden önceki son akşam yemeğinde tevazu göstermek üzere 12 havarisinin ayaklarını yıkamış ve öpmüştü. Papa Francis her yıl tekrarlanan bu ritüelde bu yıl Orta doğuda yaşanan göçmen krizine dikkat çekti. Papa 3'ü Müslüman, 3'ü Kıpti, 1'i Hindu ve 5' i Katolik olan 12 göçmenin ayaklarını yıkadı ve öptü."    
Belki siz de seyretmişsinizdir 6000 yıllık bu eski görüntüleri. Bu sahneler, meleklerin Adem'e secdesinin ilk örnekleridir. )

Bense okşuyordum onu sanki karımmış gibi,

Sonra ayaklarının dibine getirdim onu,

Ve sen kucakladın onu hiç ayrım gözetmeden sanki benmişim gibi,

Gılgamış'ın her şeyi bilen bilge anası şöyle dedi oğluna,

Her şeyi bilen bilge, dişi Manda Ninsuna şöyle dedi Gılgamış’a,

"Gökteki Yıldızlar koruyucularındır senin,

Gökten inip küt diye yamacına düşen,

Davrandınsa da yerden kaldırmaya, kaldıramayacağın kadar ağır olan,

Yerinden oynatmaya yeltendiğin halde kımıldatamadığın,

Ve sonunda ayaklarımın dibine koyduğun,

Ve benim hiç ayrım gözetmeden sanki senmişsin gibi kucakladığım,

Ve sanki karınmış gibi okşadığın bu gök taşı,

Güçlü bir arkadaş, yardımına koşan bir dost olacaktır sana,

Ülkenin en güçlüsü en kuvvetlisidir O,

Sanki karınmış gibi okşadığın, gök'ten inmiş bir kaya gibi güçlüdür,

Çünkü O asla terk etmeyecektir seni, rüyan harikulade ve hayra alamettir,"


( Okuduğumuz metinde eşcinselliğin sadece bir rüya olarak sunuluyor olması, dinlerin eşcinselliğe karşı tepkisinin ilk belirtisi gibi görünüyor. Bir realite rüyaya dönüştürülerek adeta unutturulmak isteniyor. Dinler daha sonraki yıllarda bu tavrı sertleştirmiş ve ölümle cezalandırmışlardır. )

Gılgamış bir kez daha seslendi anasına; "Ana bir rüya daha gördüm,

Ağıllı Uruk'ta bir nacak konmuştu yol ortasına,

Herkesin ilgisini çekmişti, Uruk'un ahalisi başına üşüşmüştü onun,

Halk başına üşüşmüştü, kalabalık koşuşturuyordu Onu görmek için,

Bense ayaklarının dibine koydum onu,

Ve seviyordum ve okşuyordum sanki karımmış gibi,

Oysa sen hiç ayrım gözetmeden davranıyordun ona sanki benmişim gibi,"  

Gılgamış'ın her şeyi bilen bilge anası şöyle dedi oğluna,

Her şeyi bilen bilge Dişi Manda Ninsuna, şöyle dedi Gılgamış'a,

"Ey oğul, gördüğün sevdiğin ve sanki karınmış gibi okşadığın,

Ve senden ayırt etmeden davrandığım Nacak,


( Balta/Nacak o yılların en önemli silahlarından biriydi. Bu satırlarda güvenilir bir dost güçlü bir silaha benzetiliyor. )

Sana güçlü bir arkadaş, yardımına koşan bir dost olacak,

Ülkenin en güçlüsü, en kuvvetlisidir O,

Gök'ten inmiş bir kaya gibi güçlüdür."

Ve Gılgamış açtı ağzını, şöyle dedi anasına;

" Meğer ne kadar talihliymişim ben,

Böyle bir dosta, bir sırdaşa kavuşacakmışım demek,

Böyle bir dost, bir sırdaştı kavuşmak istediğim.

Bunlardı işte Gılgamış'ın anasına açıkladığı rüyaları."

Ve Yosma anlatıyordu Enkidu'ya Gılgamış'ın bu rüyalarını,

( Yosma kimbilir kaçıncı defa ve kaçıncı Yabaniye anlatıyordu artık ezberlediği bu rüyaları? )

Suvatın kıyısında ikisi de sürdürüyordu okşayışlarını.

(Birinci tabletin sonu)



İKİNCİ TABLET (Bottero çevirisi)


Suvatın kıyısında, ikisi de sürdürüyordu okşayışlarını,

" Enkidu niçin benimle birlikte Uruk' a gelmeyesin? "

Aralarında tartıştıktan sonra, bir anda gitmeye razı oldu Enkidu,

Yüreğinin sesine uyarak kabul etti Enkidu Yosma'nın dediklerini,

Yosma Enkidu'ya verdi giysilerinden birini ve kendi giydi diğerini,

Sonra bir çocukmuş gibi elinden tutarak yönetti onu ve götürdü bir çoban kulübesine,

Enkidu'nun çevresindeki Çobanlar hayretle bağırdılar,

Ne kadar da benziyor bu yiğit Gılgamış' a endamıyla,

Onun kadar uzun boylu, bir surun doruğu kadar azametli,

Bozkırda doğmuş Enkidu olmalı bu, kasları gök'ten inmiş bir kaya gibi güçlü,

Reddetti Enkidu Çobanların kendisine sundukları ekmeği, içmek istemedi sundukları birayı,

Enkidu çekinerek bakıyordu yemediği ekmeğe, çekinerek bakıyordu içmediği biraya,

Çobanlar dinlenirken paralıyordu kurtları ve dize getiriyordu aslanları,

Çünkü Enkidu çobanlık ediyordu onların yerine,

Ama Yosma ona dedi ki; Burada kalacağına, gel gidelim ağıllı Uruk' a yaşamaya,

Okunamayan kırık satırlar...

Ağıllı Uruk'un ana caddesinde Enkidu dövüşmeye hazırlandı,

Yol üstünde dikildi karşısına Gılgamış'ın,

Başına toplanmıştı Uruk'un ahalisi, halk kuşatmıştı çevresini,

İtişip kakışırken kalabalık, Yiğitler Onu görmek için koşuşmuştu,

Küçük bir çocukmuş gibi ayaklarını öpüyorlardı,

Bir bakışta görülüyor diyorlardı, ne kadar yakışıklı olduğu,

( Toplumun sevinci, yeni çocuk sahibi olmuş bir ailenin sevincine benziyor. )

O sırada bir gelin yatağı serilmişti orta yere,

Ve sanki bir tanrıymışçasına bir damat kuşağı takmışlardı Gılgamış'ın beline,

Ama Enkidu ayaklarıyla tutuyordu düğün evinin kapısını, Gılgamış içeri girmesin diye,

( Eski toplumlarda krallara tanınan ve ilk gece hakkı olarak bilinen bir geleneğin ilk kez eleştirildiği ve kaldırılmak üzere olduğu bir zamanı izliyoruz. Bu geleneğin izleri yakın yıllara kadar doğuda hala duyulmakta ve haber olmaktaydı. )

Kapıştılar bu yüzden kapının önünde ve öyle bir dövüştüler ki,

Ülkenin ana caddesinde yol ortasında, kapılar sarsılıyor ve duvarlar sallanıyordu,

Okunamayan kırık satırlar...

Ülkenin en güçlüsü, en yiğididir O, gökten inmiş bir kaya kadar güçlüdür,

Uzun boylu ve bir surun doruğu kadar azametli,

Gılgamış'ın anası açtı ağzını, söze başladı ve şöyle dedi oğluna,

Dişi Manda Ninsuna açtı ağzını, şöyle dedi Gılgamış’a,

" Ey oğul, Enkidu sertçe yakındı senin davranışından,

Okunamayan kırık satırlar...

Gılgamış dedi; " Gerdek odasının kapısına dikilip sertçe yakındı benim davranışımdan,

Bu doğru, ama Enkidu'nun ne babası var ne de anası,

Darmadağındı omuzlarına kadar uzayan saçları,

Bozkırda dünyaya geldiği için, hiç kimse eğitmemişti onu,"

Bu sözleri duyunca, bir üzüntü aldı Enkidu'yu,

Kıpırdamadı, gözleri yaşardı, dermansız kaldı kolları,

O zaman kucaklaşıp tokalaştılar, öfke ve kin taşımaksızın,

Otuz satır kırık, okunamıyor. Yazar bu satırlarda Gılgamış’ın tasarılarından söz edildiğini düşünüyor.

Ve Enkidu şöyle dedi Gılgamış'a; "Sedir Ormanı'nı saklamak, 

Ve insanları uzak tutmak için Enlil görevlendirdi Humbaba'yı,"

( Humbaba olarak tercüme edilen kelimenin Sümerce yazılışı “Huvava” şeklindedir. Bu kelime, Kuran’ın çok sık kullandığı “heva” ve “heves” kelimelerine çok yakın görünüyor. Esasen yazar da dip notunda, Huvava’nın muska şeklindeki maskesinden ve Yılan saçlı şeytan Medusa ile ile olan benzerliğinden söz ediyor. )

"Bu Humbaba ve haykırışı tufandır (kargaşadır),

Alev fışkırır ağzından, ölüm kokar nefesi,


(Ateş ve ölüm, din dilinde heva ve hevesin istenmeyen sonuçlarıdır.)

Altmış Beru (600 km) uzaktan duyar Orman'ın tüm gürültülerini,

( Çevirmenleri şaşırtan ve Destan boyunca sık sık karşılaşacağımız bir anlatımla karşı karşıyayız. Beru Sümerlerin kullandığı bir uzunluk birimidir ve 10,8 kilometredir. Bu yüzden Jean Bottero 60 rakamını 10 ile çarpıyor ve 600 km olarak sunuyor. Benno Lansberger ise bu satırı "İki kere On bin saat" olarak tercüme ediyor. ) 

Kim gidebilir ki oraya? Sedirleri korusun, insanları uzak tutsun,

Ve kim girerse Ormanı'na kötürüm olsun diye Enlil görevlendirdi onu,"

Ama Gılgamış şöyle seslendi Enkidu’ya; "Dostum, yapma dostum,

Mademki dünyaya gelmiştir çocuklar, bir şey yapmalıdırlar,"

Ama açtı ağzını Enkidu ve şöyle dedi Gılgamış'a;

" Dostum, gidip onu bulmamız imkânsız, mümkün değil gidip Humbaba'yı bulmamız,"

Kırık satırlar nedeniyle Gılgamış’ın cevabı okunamıyor ve konu silahlara atlıyor...

Orada bulunan Silah ustaları birbirlerine danıştılar,

" Sefer için Baltalar yapalım öyleyse,

Her biri Yüz yirmi Biltu (60 kg) olan odun baltaları yapalım,

Yapalım...

Her biri Yüz yirmi Biltu (60 kg) olan kılıçlar yapalım,

Yapalım...

Her biri Yüz yirmi Biltu (60 kg) olan kılıç kınları yapalım,

Bu kılıç kınları..."

Beş satır kırık, söz Gılgamış’a geçiyor...

"Dinleyin beni Yiğitler ve Uruk Yiğitlerinin ustaları,

Kendimi oldukça güçlü hissediyorum yola koyulmak için,

Sonu belirsiz bir dövüşe, rastgele bir sefere atılacağım,

Selamet dileyin bana,

Ama önce büyük kapıdan gireceğim Uruk’a ve tekrar çıkacağım oradan,

Akitu (bayram) alanına ulaşmak ve orada Akitu'yu (bayramı) kutlamak için,

( Yazarın notu: Akitu, Mezopotamya’da 1 Nisanda kutlanan Nevruz ve Hıdırellez bayramıdır. )

Haydi, çalgılarla ve sevinç çığlıklarıyla kutlansın Akitu,"

Fakat Enkidu, Ulu Yaşlılara seslenerek diyordu ki;

"Onu yüreklendiriyor Uruk'un Yiğitleri,

Bari siz söyleyin ona Orman'a asla gitmemesini,

Yapılacak iş değil bu, O sadece bir insandır,

Oysa Orman'ı kollayan acımasızdır,"

Ayağa kalkarak Ulu Yaşlılar, bildirdiler Gılgamış’a görüşlerini;

"Gençsin sen Gılgamış ve yüreğinin sesine kapılıyorsun,

Bu yüzden bilmiyorsun ne dediğini, bir kelebek gibi uçarısın sen,

Bu Humbaba gürlemeye görsün, Tufan saçar,

Alev fışkırır ağzından, ölüm kokar nefesi,

Altmış Beru (600 km) uzaktan duyar Orman'ın gürültülerini,

Kim gidebilir ki oraya?

Dehşete kapılır yüzünü gören, bir canavardır o,

İgigilerden (yarı tanrısal) olsa bile, bir insan nasıl karşı koyabilir ki ona?


( Bu satır Gılgamışın bir İgigi, yani yarı tanrısal bir insan olduğunu söylüyor. Bu suretle İgigi kelimesinin anlamına ulaşmış oluyoruz. )

Sedirleri saklasın ve insanları uzak tutsun diye Enlil görevlendirdi onu."

Ama Gılgamış Ulu Yaşlıların dediklerini duyunca...

Tabletin devamı kırık, okunamıyor. Üçüncü Tablet iz tutuyor gelişmelere.

(İkinci tabletin sonu)



ÜÇÜNCÜ TABLET (Bottero çevirisi)


Açıp ağızlarını söze başlayan Ulu Yaşlılar şöyle dediler Gılgamış'a; 

"Gücüne kuvvetine güvenme Gılgamış. İyi kolla kendini ki, etkili olsun kılıç darbelerin,

Önden giden kurtarır arkadaşını ve yolları bilen korur arkadaşını,

Bırak önden gitsin Enkidu, O biliyor Sedir Ormanı'na varan yolu,

Savaşmaya alışkındır, ustasıdır vuruşmanın,

Dostunu koruyacak, sağ salim ulaştıracaktır,

Tuzakların önüne götürmesi gerekse de onu,

Biz Ulu Yaşlılar, Kralımızı sana emanet ediyoruz Enkidu,

Sen yönlendireceksin onu, sağ salim bize kavuşturmak için."

O zaman açtı ağzını Gılgamış, söze başladı ve şöyle dedi Enkidu'ya;

"Hadi dostum, gidelim Yüce Saraya, Ulu Kraliçe Ninsuna'yı bulmaya,

Gidilecek güvenli yolu söyleyecektir bize, her şeyi bilen bilge, akıllı Ninsuna,"

Böylece ele ele verip Gılgamış ve Enkidu,

Gittiler Yüce Saraya Ulu Kraliçe Ninsuna'yı bulmaya.

Gılgamış ilerleyip çıktı Kraliçe'nin huzuruna ve dedi ona;

"Ey Ninsuna, Humbaba'ya giden uzun yolu aşacak,

Bu sonu belirsiz vuruşmayı göğüsleyecek,

Ve bu tehlikeli serüvene atılacak kadar,

Sedir Ormanı'na varıp zalim Humbaba'yı öldürecek kadar,

Ve Şamaş'ın nefret ettiği bu uğursuz yaratığı,

Yeryüzünden temizleyecek kadar güçlü hissediyorum kendimi,

Ve gücüm eksilmeyecek döneceğim ana kadar."

Kırık nedeniyle okunamayan satırlar...

Çekildi Ninsuna odasına, yıkandı arındırıcı çövenle,

Bir fistan giydi kendine yakışan

Ve bir gerdanlık taktı göğsünü güzel gösteren,

Süslendi böylece başında tacıyla,

"Yer" den söz eden bir satır kırık, okunamıyor.

Yukarıya, terasa çıktı. Orada Şamaş'a bir tütsü yaktı,

Ve bir adak adadı ona. Sonra, ellerini kaldırarak seslendi ona;

"Bana oğul diye nasip ettiğin Gılgamış'a,

Niçin yorulmak nedir bilmeyen bir ruh ihsan ettin?

Şimdi de kışkırttın onu Humbaba'ya giden uzun yolu aşmaya,

Bu sonu belirsiz vuruşmayı göğüslemeye ve bu tehlikeli serüvene atılmaya

Döneceği ana kadar, Sedir Ormanı'na varıp zalim Humbaba'yı öldürmeye,

Senin nefret ettiğin bu uğursuz yaratığı yeryüzünden temizlemeye,

Bari sen Gelin Aya ile birlikte iken, tembih et ki hatırlatsın sana,

Can oğlumu emanet etmeyi gecenin bekçilerine, akşamın yıldızlarına,"

( Güneş Tanrısı Şamaş’ın, yani ilmin olmadığı yerler geceye, insanları aydınlatıp korumaları için vekil ettiği peygamberler ve krallar ve bilgeler de yıldızlara benzetiliyor. Bu benzetmenin izlerini Tevrat, İncil ve Kuran'da da görüyoruz. )

Tütsüyü söndürdükten sonra yakarışını uzun süre tekrarladı,

Ve Enkidu'ya seslenerek muradını açıkladı ona;

Ey güçlü Enkidu, etimden ve kanımdan değilsin ama,

Şimdi Gılgamış'ın en yakınları, rahibeleri, fahişeleri,

Ve tapınak hizmetçileri adına yakarıyorum sana.

( Genelevlerin bir toplumun sükunet içinde oluşup gelişmesinde önemli rolü vardır. Geçmiş toplumların bu yöntemi bir eğitim metodu olarak kutsallaştırmaları boşa değildir. )

Böylece Enkidu'ya verdi bu görevi,

Rahibeler ve Tanrıların Kızları insanlara güç verirken,

Ben diyordu Ninsuna Enkidu'ya; " Seni muhafız olarak kabul ettim."

Ve Enkidu dedi Ninsuna'ya; "Gılgamış Sedir Ormanı’na varıp dönünceye kadar,

Aylar geçmesi gerekse de, Yıllar geçmesi gerekse de,

( Burada bir Kuran ayetini hatırlamamak imkansızdır. 

"Bir vakitler Musa yardımcısına demişti ki; İki denizin birleştiği yere gideceğim ve ulaşıncaya kadar durmayacağım, yıllarımı alsa bile. Kehf 18/60" 
Şüphe yok ki Gılgamış’ın bu yolculuğu, İki denizin birleştiği yere giden Musa’nın yolculuğundan farksızdır. Bu Destanı sadece bir efsane olarak okumak hiç doğru değil. )

Enkidu dostunu koruyacak ve sağ salim ulaştıracaktır,

Tuzakların önüne götürmesi gerekse de onu."

Yirmi beş satır kırık, okunamıyor. Tabletin sonuna doğru okunabilen cümleler şunlar,

" Biz Ulu Yaşlılar, Kralımızı sana emanet ediyoruz Enkidu,

Sen yönlendireceksin onu, sağ salim bize kavuşturmak için."

Enkidu açtı ağzını ve söze başlayarak şöyle dedi Gılgamış'a;

"Dostum bir kere daha..."

(Üçüncü tabletin sonu)



DÖRDÜNCÜ TABLET (Bottero çevirisi)


Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,

Bir Otuz Beru (300 km) daha yürüdükten sonra konakladılar,

Böylece bir gün boyunca Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,

Bir buçuk ay yürümek demekti bu,


( Bir yıl kaç ay, 12 ay. Neden 12 ay?
Bir ay kaç gün, 30 gün. Neden 30 gün?
Bir hafta kaç gün, yedi gün. Neden yedi gün?
Bir gün kaç saat, 24 saat. Neden 24 saat?
Bir saat kaç dakika, 60 dakika. Neden 60 dakika?
Bir daire kaç derece, 360 derece. Neden 360 derece?

Tarih bu soruları şöyle cevaplıyor;

Bugün hala kullandığımız bazı temel kabulleri Sümer Tanrılarına borçluyuz. Sümerlerin 6 erkek tanrısı var. Hanımları da var ve onlar da tanrı ama kocaları daha ön planda görünüyorlar. Bu altı erkek tanrının kutsal isimleri ve kutsal sayıları var.

1. Anu: Gök Tanrısı, kutsal sayısı 60.
2. Enlil: Yel Tanrısı, kutsal sayısı 50.
3. Enki: Su Tanrısı, kutsal sayısı 40.
4. Sin: Ay Tanrısı, kutsal sayısı 30.
5. Şamaş: Güneş Tanrısı, kutsal sayısı 20.
6. Adad: Yağmur ve Tarım Tanrısı, kutsal sayısı 10.

Nereden geliyor bu kutsal sayılar?

Her şey Gök Tanrı Anu’nun elleriyle başlıyor ve iki elinde 10 parmağı var. Diğer beş tanrının da 10’ar parmakları var. Ancak Anu ilk yaratıcı tanrı olduğu için diğer tanrıların parmakları da Anu’nun yetki alanında sayılıyor ve böylece Anu’nun parmakları 60’a yükseliyor. Yel Tanrısı Enlil’in de 10 parmağı var. Ancak kendisinden sonra gelen Tanrıların yaratılışında pay sahibi olduğu için onların 40 parmağı da Enlil’in yetki alanında sayılıyor ve böylece parmakları 50’ye yükseliyor. Böylece Enki, Sin ve Şamaş da kendilerinden sonra yaratılan tanrıların parmaklarını yetki alanına alıyorlar. Adad en son yaratıldığı ve kendisinden sonra tanrı olmadığı için sadece kendi 10 parmağı ile anılıyor.

Sonra çift sürme, alış veriş, arazi alım satımı, kazı, taşıma, gibi işler için hesaba ve bir sayı birimine ihtiyaç duyuluyor. O günlerde en temel besin Arpadır ve Ölçü birimi olarak bir Arpa tanesi seçiliyor. Uzunluk, alan, hacim ve ağırlık ölçüleri hep bu Arpa tanesi ve Tanrıların Sayısı üzerinde şekilleniyor. Hepsini saymanın gereği ve imkanı yok ama maksadı ifade etmek üzere o arpa tanesinden doğan uzunluk ölçülerine örnekler verebiliriz;

1 Se = 1 Arpa boyu (yaklaşık 2,8 mm.)
1 Şu = 6 Se ( 6 x 2,8 mm = 16,8 mm = 1,7 cm = 1 parmak.)
1 Arış = 30 Şu ( 30 x 1,7 cm = 51 cm. = 1 dirsek.)
1 Ci = 6 Arış ( 6 x 51 cm = 306 cm = 1 kamış)
1 Ninda = 12 Arış ( 12 x 51 cm = 6,12 mt = 1 çubuk)
1 Eşe = 10 Ninda ( 10 x 6,12 mt = 61,2 mt. = 1 halat.)
1 Uşu = 60 Ninda ( 60 x 6,12 mt = 367,2 mt. = ..?)
1 Beru = 30 Uşu (30 x 367, 2 mt = 10.800 mt. = ..?)

Destanın söz ettiği Beru işte bu Beru’dur. Ancak Sümer’de ölçüler sadece bir sayıdan veya nesneden ibaret değildir. Her ölçü Tanrılarla iç içe geçmiştir ve onların varlığını, ilmini ve gücünü anlatır. Destanı okuyan eğitimsiz biri mesafelerin büyüklüğünden hayrete düşüp mucizeler yaratır, bilge kişi ise tanrıların ilminin derinliğini düşünür. Gılgamış'ın kazdığı kuyular işte bu ilim kuyularıdır. Bu anlatımın izlerini Kuran’da da buluyoruz.
"Sabahtan öğleye bir aylık, öğleden akşama da bir aylık yol giden rüzgarı Süleyman’ın emrine vermiştik. Sebe 34/12"
Bu nedenle, Destanda söz edilen rakamları gerçek ölçüler olarak değil tanrısal abartı olarak anlamak gerekir. )

Üç günün sonunda (...?)dunu Dağı'na eriştiler,

( Yazar Huvava yolculuğunda aşılması gereken 6 dağ veya 6 aşama olduğunu, ama ne yazık ki burada olduğu gibi tümünün kırık ve okunamaz halde olduğunu bildiriyor. Destanı okurken göreceğiz ki bu 6 dağ, 6 tanrının 6  tanrısal tapınağıdır. )

O anda Şamaş'ın karşısında bir kuyu kazdılar ve içine (...?) yerleştirdiler,


( İlk bakışta bu kuyunun insanlar ve hayvanlar için açılan sebil bir su kuyusu olduğu akla geliyor, ancak o bir su kuyusu değil. Destanın sonlarına doğru okuyacağımız satırlar, çevirmenlerin kuyu olarak çevirdikleri kelimenin, “çukur, mezar” gibi bir anlamı olduğunu düşündürüyor. Safa Kaçmaz 2016 yılı sonlarında İran’daki Şii camilerine ait bir fotoğraf paylaşmış ve mihrabın niçin bel hizasına kadar çukurda olduğunu sormuştu. O zaman hiçbirimiz bilememiştik. O çukur, Gılgamış günlerinden kalan bir ilmin işareti, imamın mezarını, dirilişte şahit tutacağı ilmini temsil ediyor olabilir. Firavunlardan bu yana, bazı insanların ölmeden önce mezarlarını hazırlama çabası da bu eski inançtan kaynaklanıyor olabilir. O kuyunun veya mezarın içine yerleştirilen şeyin ne olduğu bilinmiyor, ilmi bir eser veya dua olması mümkün görünüyor.)

Sonra Gılgamış Dağ'ın doruğuna çıkıp tütsülük un boşalttı Şamaş için ve şöyle dedi;

"Ey Dağ, mutluluk vaat eden bir rüya (öngörü, ilham) görmemi sağla,"

Bunun üzerine Enkidu rüya ayinine başladı Gılgamış için,

Bir kasırga esip geçtikten sonra, yatırdı onu uyusun diye,


( Rüzgar kelimesinin Kuran’da “topluluk ruhu” anlamı taşıdığını biliyoruz ancak Kasırga kelimesini henüz tanımlayabilmiş değiliz. Tek bildiğimiz Rüzgarın şiddetlisi olduğu ve zarar verici olduğu. )

Ve büyülü bir çember içine kapattı, öyle ki güvenli bir kale gibiydi,

( Yazar bu çemberin, zararlı hayvanların kokusunu sevmediği otlar veya diğer nesnelerle yapılan bir koruma çemberi olduğunu düşünüyor. Ancak sanılandan daha farklı bir anlamı olabilir. 2016 yılında yine Safa Kaçmaz’ın gündeme taşıdığı Yezidilerde bu inancın hala yaşadığı ama yeterince araştırılmadığı görülüyor. İman kavramıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. )

Çenesini dizlerine dayayınca Gılgamış,

İnsanların üzerine çöken Uyku, Onu da aldı kollarına,

Rüya ile ilgili on beş satır kırık, okunamıyor...

Gece yarısı ansızın uyandı ve yerinden kalkıp dostuna anlattı;

"Gördüğüm rüya şöyleydi dostum, 

Derin bir uçurumun dibindeydik ve Dağ üzerimize yıkıldı,

Ama biz sivrisinekler misali kaçışıyorduk,"

( Hatırlamamız gereken bir Kuran ayetine daha geldik. “Dağı (ilim dağı) bir gölgelik gibi başlarına kaldırdığımızda onun üzerlerine düşeceğini zannetmişlerdi. Size verdiklerimize sımsıkı sarılın ve içindekileri aklınızdan çıkarmayın, umulur ki böylelikle aşırılıktan sakınırsınız. Araf 7/171”
 )

Bozkırda doğmuş olan o anda dedi dostuna,

Enkidu rüyasını yorumladı ona;

"Dostum rüyan hayra alamet, çok güzel bir rüya bu,

Gördüğün dağ dostum, (...?) dır,

( Yazarın tümü kırık dediği bu Dağların ne olduğunu henüz tahmin bile edemiyoruz. )

Humbaba'yı ele geçirip öldüreceğiz ve cesedini susuz bir çukura atacağız,

Yarın iyi bir haber duyacağız Şamaş 'tan."

Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,

Otuz Beru (300 km) daha yürüdükten sonra konakladılar,

Böylece bir gün boyunca, Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,

Bir buçuk ay yürümek demekti bu,

Üç günün sonunda ....(?) Dağı'na eriştiler,

O anda Şamaş'ın karşısında bir kuyu kazdılar ve içine (...?) yerleştirdiler,

Sonra Gılgamış Dağ'ın doruğuna çıkıp tütsülük un boşalttı Şamaş için ve şöyle dedi;

"Ey Dağ, mutluluk vaat eden bir rüya görmemi sağla,"

Bunun üzerine Enkidu rüya ayinine başladı Gılgamış için,

Bir kasırga esip geçtikten sonra yatırdı onu uyusun diye,

Ve büyülü bir çember içine kapattı, öyle ki güvenli bir kale gibiydi,

Çenesini dizlerine dayayınca Gılgamış,

İnsanların üzerine çöken Uyku, Onu da aldı kollarına,

Gece yarısı ansızın uyandı ve yerinden kalkıp dostuna anlattı;

Ne yazık ki bu ikinci Dağ anlatımında rüya ile birlikte Enkidu’nun yorumu da kayıp.

Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,

Otuz Beru (300 km) daha yürüdükten sonra konakladılar,

Böylece bir gün boyunca Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,

Bir buçuk ay yürümek demekti bu,

Üç günün sonunda (...?) Dağı’na eriştiler,

O anda Şamaş'ın karşısında bir kuyu kazdılar ve içine (...?) yerleştirdiler,

Sonra Gılgamış Dağ'ın doruğuna çıkıp tütsülük un boşalttı Şamaş için ve şöyle dedi;

"Ey Dağ, mutluluk vaat eden bir rüya görmemi sağla,"

Bunun üzerine Enkidu rüya ayinine başladı Gılgamış için,

Bir kasırga esip geçtikten sonra yatırdı onu uyusun diye,

Ve büyülü bir çember içine kapattı, öyle ki güvenli bir kale gibiydi,

Çenesini dizlerine dayayınca Gılgamış,

İnsanların üzerine çöken Uyku, Onu da aldı kollarına,

Gece yarısı ansızın uyandı ve yerinden kalkıp anlattı dostuna;

"Sen bana seslenmedin, ama ben uyandım, niçin?

Sen beni sarsmadın, ama ben tedirgin oldum, niçin?

Hiçbir Tanrı geçmedi yanımdan, ama ben paniğe kapıldım, niçin?

Dostum, Üçüncü bir rüya gördüm,

Kaygı vericiydi gördüğüm rüya,

Gök gürlüyor, yer yerinden oynuyordu,

Fırtınadan sonra bir ölüm sessizliği kapladı her yanı,

Karanlıklara büründü her yer,

Bir şimşek çaktı, bir yangın başladı alev alev;

Ve gökten ölüm yağıyordu sanki.

Sonra kor yığını söndü ve kül oldu,

İnelim buradan, düz yerde konuşalım,"

Ve onun yorumunu duyunca Enkidu tekrar anlattırdı ona rüyasını,

Ve şöyle söyledi Gılgamış'a;

Enkidu’nun yorumunu anlatan diğer satırlar kırık, okunmuyor. Okunabilen son cümlesi şu,

"Ölmeyeceğiz ve yarın iyi bir haber duyacağız Şamaş'tan."

Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,

Otuz Beru (300 km) daha yürüdükten sonra konakladılar,

Böylece bir gün boyunca Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,

Bir buçuk ay yürümek demekti bu,

Üç günün sonunda (...?) Dağı’na eriştiler,

O anda Şamaş'ın karşısında bir kuyu kazdılar ve içine (...?) yerleştirdiler,

Sonra Gılgamış Dağ'ın doruğuna çıkıp tütsülük un boşalttı Şamaş için ve şöyle dedi;

"Ey Dağ, mutluluk vaat eden bir rüya görmemi sağla,"

Bunun üzerine Enkidu rüya ayinine başladı Gılgamış için,

Bir kasırga esip geçtikten sonra yatırdı onu uyusun diye,

Ve büyülü bir çember içine kapattı, öyle ki güvenli bir kale gibiydi,

Çenesini dizlerine dayayınca Gılgamış,

İnsanların üzerine çöken Uyku, Onu da aldı kollarına,

Gece yarısı ansızın uyandı ve yerinden kalkıp anlattı dostuna gördüğünü;


( Öncekilerde olduğu gibi bu rüyada da tabletin bu bölümü kırık ve okunamıyor. İçimden bir ses, bu tabletlerin bazı satırlarının Büyük İskender’in işgali sırasında bilerek tahrip edildiğini söylüyor. Bu bölümde Enkidu’nun yorumundan okunabilen kelimeler çok az.) 

"Dostum, bu ...

Humbaba...

... gibi...

Gün doğmadan önce

Koyacağız onun üzerine..

Büyük bir hışımla...

Direneceğiz biz...

Humbaba'ya karşı...

Yarın iyi bir haber duyacağız Şamaş'tan."

Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,

Otuz Beru (300 km) daha yürüdükten sonra konakladılar,

Böylece bir gün boyunca, Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,

Bir buçuk ay yürümek demekti bu,

Üç günün sonunda ....(?) Dağı'na eriştiler,

O anda Şamaş'ın karşısında bir kuyu kazdılar ve içine (...?) yerleştirdiler,

Sonra Gılgamış Dağ'ın doruğuna çıkıp tütsülük un boşalttı Şamaş için ve şöyle dedi;

Ey Dağ, mutluluk vaat eden bir rüya görmemi sağla,

Bunun üzerine Enkidu rüya ayinine başladı Gılgamış için,

Bir kasırga esip geçtikten sonra yatırdı onu uyusun diye,

Ve büyülü bir çember içine kapattı, öyle ki güvenli bir kale gibiydi,

Çenesini dizlerine dayayınca Gılgamış,

İnsanların üzerine çöken Uyku, Onu da aldı kollarına,

Gece yarısı ansızın uyandı ve yerinden kalkıp anlattı dostuna;

Okunamayan kırık satırlar...

Umarım iyi bir haber duyacağız Samaş'tan.

Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,

Otuz Beru (300 km) daha yürüdükten sonra konakladılar,

Böylece bir gün boyunca Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,

Bir buçuk ay yürümek demekti bu,

Üç günün sonunda Sedir Dağı’na eriştiler,

Şamaş'ın karşısında gözyaşlarını tutamadı;

"Uruk'ta Ninsuna'ya dediğini hatırla, yardım et bana,

Dileğini yerine getir Uruk'lu Gılgamış'ın.."

Söylediklerini duydu Şamaş ve gökten bir uyarıda bulundu ona;

"Hemen izle onu, önlemek için inine ulaşmasını,

Ve çalılığa girip orada saklanmasını,

Tekrar giymedi henüz Yedi Sihirli Elbisesini,

Tek bir Elbise var üzerinde,

Çünkü çıkarmış durumda üzerinden altısını."

( Bu Yedi elbiseden altısı tanrısallık elbisesi, biri Huvava'nın benlik elbisesidir. Bu satırlar aklıma Kuran’dan bir kelime getiriyor, Beşer. Beşer insanın dışını örten deri, cilt, dış görünüş, demek. Bu ne anlama geliyor? Gerek melek olsun gerek şeytan, insan yedi elbiseye birden büründüğünde kimin melek kimin şeytan olduğunu ayırmak mümkün olmaz. Mevlana bu nedenle demiş; " Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol." 


Keza, Kuran’ın Müzzemmil ve Müddessir surelerindeki elbiselerin de burada anlatılan türden “tavır/duruş/görünüş” elbiseleri olduğunu düşünüyorum.

Bunun üzerine el ele verip atıldılar öne, saldıran bir boğa gibi,

Humbaba (heva/heves) önce korkunç bir çığlık attı,

( Huvava’nın, yani nefsin bu çığlığını Kuran’da kıyamet çığlığı olarak okuyoruz. "O gün çığlıkları gerçekten duyarlar, işte o çıkış günüdür. Kaf 50/42" )


Orman’ın (heva ve heveslerin) koruyucusu Humbaba,

Kırıklar nedeniyle okumayan satırlar...

"İnelim buradan, kaygan bir arazi bu,

Tek bir kişi yürüyemez burada,

Ama iki kişi, iki kolayca karşı koyabilir bir üçüncüye,

Hiç kimse tek başına koparamaz üç katlı bir halatı,

Ve bir aslandan çok daha güçlüdür iki yavru aslan."

Yirmi satır kırık, okunamıyor...

Enkidu açtı ağzını başladı konuşmaya ve şöyle dedi Gılgamış'a;

"Başarsam bile Orman’a girmeyi,

Ve orada kendime bir yol açmayı,

İnme iner kollarıma."

Fakat Gılgamış açtı ağzını ve şöyle dedi dostuna;

"Ne diye başımız eğik dönecekmişiz geriye?

Buraya gelinceye kadar tüm engelleri aştıktan sonra,

Ve işte karşısındayız Orman'ın,

Geri dönmemeliyiz Sedirleri kesmeden,

Sen ki dostum, dövüşmenin ustasısın,

Bunca savaş geçti başından, sihirli otlarla ovuldu bedenin,

Ölümden hiç korkmamalısın,

İnlesin sesin gümbür gümbür bir davul gibi,

Uzak olsun senden kollarına inme inmesi, dizlerinin mecalsiz kalması,

Tut elimden dostum, birlikte yürüyelim,

Tutuşsun yüreğin kavganın kutsallığıyla,

Küçümse ölümü, yaşamayı düşün sadece,

Kim ki kolluyordur birini, göğüs germelidir her tehlikeye,

Önden giden korur arkadaşını, sağ salim ulaştırır yoldaşını,

Onlar çok uzaktaki soydaşlarına ulaşıncaya dek,

Hak edeceklerdir zaferi."

( Bu satırlarda, Gılgamış’ın bütün insanlığa ulaşıp aydınlatma idealini görüyoruz.)

Böylece vardılar ikisi de Orman’ın kıyısına,

Durdular orada sessizce ve kımıldanmaksızın.

(Dördüncü tabletin sonu)



BEŞİNCİ TABLET (Bottero çevirisi)


Kımıldanmaksızın Ormanın yakınlarında,

Seyrediyorlardı Sedirlerin yüksekliğini,


( Safa Kaçmaz, “İnsan Kurban Edilen Bir Hitit Ritüeli Üzerine” başlıklı bir çalışmasında şöyle diyor;

“Akad ritüellerinde ağacın cinsinin çok özel olarak ifade edildiklerini görüyoruz. Daha sonra sadece ve basitçe ‘ağaç’a dönüşmüş olsa da, eski toplumda, kutsal ağaç türleri farklı idiler. Lübnan sediri, Mersin ağacı, selvi, gibi. Bunların hiç olmazsa bir bölümü, aynı zamanda bir topluluğun tanımı olarak da kullanılmış görünüyor. Bugünkü “kereste/kalas/odun gibi adam” sözleri, Sufilerde ağaca, değneğe verilen değer, sunu törenlerinde ağaç cinsine özel itina ve bağlılık, bu anlamda dikkate alınmalıdır.”

Bu bilgiler ışığında Destanın sedir ağaçlarından değil, özellikle tanımlanmış bir insan topluluğundan söz ettiği görülebilir. Esasen Kuran'daki "doğru gövdeli ağaç" benzetmeleri de bu sedirlerin insanları sembolize ettiğini gösteriyor.)

Ve gözden geçiriyorlardı Orman'ın girişini,

Humbaba gidip geldikçe izler bırakmıştı orada,

Dik patikalar, çok belirgin yollar,

( Humbaba’nın bıraktığı bu izler Kuran’a şöyle yansıyor; "Dağlardan geçen beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar bıraktık Fatır 35/27") Elbette söz ettiğimiz izler yol değil, insanların gerçek hayat hakkındaki farklı fikir ve düşünceleri, farklı dinler ve mezheplerdir. )

Ve uzaktan görünüyordu Tanrıların otağı,

Kutsal İrnini' nin (?) tapınağı Sedir Dağı,


(Tanrıça “İrnini” konusunda görüş birliği yok. Fransız Jean Bottero bu tanrıçanın bilinen bir Tanrıça olmadığını söylüyor. Alman Benno Landsberger ve Albert Schott ise Aşk ve Savaş tanrıçası İnanna’nın İştar gibi farklı bir ismi olduğunu söylüyorlar. 

Bu kelime sözlüklerde yok, hatta kelime haznesi en zengin millet olan İngilizlerin Sesli Sözlüğünde bile yok. Ancak yaşayan kelimelerin içinde bu kelimeye en yakın kelime “Aya İrini” kilisesinin ismi. Aya “kutsal, aziz” anlamına geliyor, İrini ise barışı simgeleyen bir horon oyunu. Tıpkı bizim Karadeniz horonlarına ve Güneydoğu halaylarına benzer bir kavram. Hititlerin Gılgamış destanına sonradan eklediği 12. Bölümdeki Tanrıça İnanna’nın davul ve tokmağı hatırlandığında Lansberger ve Schott’un haklı olabilecekleri, Tanrıça İrnina’nın İnanna olabileceği anlaşılıyor. Ancak, doğru olsa bile bu tespit meseleyi açıklamak için yetmiyor. Çünkü tapınaklara tanrıçaların ismi verilse de, söz ettiğimiz 6 büyük Dağ 6 büyük Tanrıya aittir ve Sedir Dağının da bilinen büyük bir Tanrısı olmalıdır. Destanın içinde geçen satırlar o tanrının Enlil olduğunu gösteriyor. Tek tanrıya geçişten sonra Şeytan olarak nitelenecek olan Tanrı Enlil...)

Karşısında bu dağın yaprak açmıştı Sedirler,

Güzel kokular saçıyordu serin gölgelikleri,

Sık bir çalılık bürümüştü Orman'ı, Sedirler, kokulu Ballukku'lar,

Bir Beru (10 km) bir hendek çevreliyordu onu,

( Nasıl bir hendek bu, kim açmış, niçin açmış?)


Sonra bir ikincisi, eni onun üçte ikisi,

( Sakın bu hendek, aklıma gelen O hendek olmasın? "
Kahrolsun Hendek Sahipleri! Ateşin odunları! Onların çevresinde oturmuş, iman sahiplerine yaptıklarını seyrediyorlardı. Buruc 85/4-7 )

Otuz beş satır kırık, okunamıyor...

Humbaba açtı ağzını, söze başladı ve şöyle dedi Gılgamış'a;

"Deliler ve akılsızlar mı öğütledi Gılgamış, gelip benimle dövüşmeni?

Hey Enkidu, Baba nedir bilmemiş ve tıpkı kaplumbağalar gibi hiç ana sütü emmemiş balık yavrusu,

Küçüklüğünden beri gözlüyordum seni, ama yanına uğramadım hiç,

Şimdi seni öldürürsem ferahlayacak yüreğim,

Çünkü sensin buraya kadar getiren Gılgamış'ı,

Bir düşmanı, öfkeli bir yabancıyı,

Hakkından geleceğim Gılgamış'ın,

Paralayıp boğazını cırlak yılanlara, kartallara, akbabalara vereceğim."

Bunun üzerine açtı ağzını Gılgamış, söze başladı ve dedi ki Enkidu'ya;

"Dostum, yüzünün ifadesi değişti Humbaba'nın,

Kırık satırlar var, okunamıyor. Okunabilen kelimeler şunlar;

Ve gövdesi...

Kalbim...

Hemen.."

Ama Enkidu açtı ağzını, söze başladı ve dedi ki Gılgamış'a;

"Dostum, niçin bir dilenci gibi başını öne eğerek,

Kelimeleri eğip bükerek konuşuyor ve kendini gizliyorsun?

Yapılması gereken şudur sadece,

Eriyen bakır, potaya doğru akmakta,

İki saat sürer akkor hali ve ardından soğuması,


(Yazarın notu: Enkidu bu benzetmeyi "ok yaydan çıktı, geri dönüş yok." anlamında kullanıyor.)

İstiyorsan bir tufan yaratmak ve öldüresiye vurmak,

Terk etme bu yerleri, dönme geri,

Daha sert vur baltanla."

Otuz satır kırık, okunamıyor...

Humbaba ile kapışan Gılgamış başından yaraladı onu,

Topuklarıyla vuruyorlardı yere,

Darmadağın oluyordu Herman'la Lübnan,

( Yazar, Sümer nüshalarının aksine Asur metinlerinde Hermon ve Lübnan isimlerinin açık olarak yazıldığını bildiriyor. Bu ifadeler bize, Gılgamış’ın toplumlar arası kültürel bir misyon üstlendiğini ve bunu gerçekleştirmek için çalıştığını gösteriyor.)

Sarstıkça onlar, karardı ak bulutlar,

( Bu ak bulutlara “Müzn” adıyla Kuran’da rastlamıştık ve bugüne kadar henüz anlayabilmiş değiliz. Sözlükte, suyu az olan bulut, anlamı taşıyor. )

Ölüm yağıyordu üzerlerine kalın bir sis tabakası gibi,

Ve saldı Şamaş Dehşet fırtınalarını Humbaba'ya karşı;

Kuzey rüzgârı, Güney rüzgârı,

Doğu rüzgârı, Batı rüzgârı, Sürükleyen rüzgâr,

Boralar, kasırgalar,

Ölümcül rüzgâr, Toz rüzgârı,

Hastalık rüzgârı, dondurucu rüzgâr,

Ve fırtına ve hortum,

Yani On üç rüzgâr öyle bir yüklendiler ki ona,

( Yazar Mezopotamya kültüründe gücün rüzgârla ifade edilmesinin kültürel bir gelenek olduğunu bildiriyor. Bu güçleri henüz anlamlandırabilmiş değiliz.)

Yüzü karardı, ne ilerleyebiliyor, ne gerileyebiliyordu,

Gılgamış'ın silahları karşısında,

Humbaba, bağışlasın diye yaşamını şöyle dedi ona;

"Sen daha çocuktun, anan dünyaya getirdi seni Gılgamış,

Bu Dağ'ın Kralı Şamaş yetiştirdi seni,


( Sedir dağının tanrısının Enlil olduğunu tahmin etmiştim ama bu satır tersini söylüyor..? Bu durumda tüm dağların ve tapınakların gerçek sahibinin Şamaş olduğu anlaşılıyor, en azından Gılgamış için. Sonraki yıllarda Marduk ismiyle tek tanrıya dönüşen bu geçiş süreci hakkında çok şey bilmiyorum. )

Ey Uruk'un yiğit evladı Yüce Gılgamış,

Bundan böyle senin emrinde olacağım,

Ve sana kendi elimle vereceğim istediğin tüm ağaçları,

Hatta mis kokulu ağaççıkları,

Senin kentinin yapılarını güzelleştirecek tüm ağaçları saklayacağım senin için."

Ama Enkidu açtı ağzını söze başladı ve dedi ki Gılgamış'a,

"Dostum, inanma Humbaba'nın sözlerine, erteleme isteklerini,"

Otuz satır kırık, okunamıyor. Destan Humbaba’nın Enkidu’ya yalvarışıyla devam ediyor.

"Gılgamış'ın tasarısından ve Ormanımla ilgili niyetinden haberdarsın,

Ve biliyorsun Ona ne söylemek gerektiğini,

Seni Ormanımın en kuytu yerine götürüp orada paralayabilir,

Ve cırlak yılanlara, kartallara, akbabalara verebilirdim,

Enkidu, şimdi senin elindedir beni kurtarmak,

Söyle Gılgamış'a bağışlasın hayatımı."

Ama Enkidu konuşmak için açtı ağzını ve şöyle dedi Gılgamış'a;

"Dostum, Sedir Ormanı Bekçisi'ni boğazla, tepele, bitir işini,

Humbaba'yı, Sedir Ormanı Bekçisi'ni boğazla, tepele, bitir işini,

Yüce Tanrı Enlil onun dileğini duymadan,

Ve gazabı üzerimize yağmadan önce Yüce Tanrıların,

Nippur'da Enlil'in ve Sippar'da Şamaş'ın,

Koru ölümsüz şöhretini Humbaba'yı tek başına yenerek."

Otuz satır kırık, okunamıyor. Destan Humbaba’nın barış teklifleri ile kesik kesik devam ediyor.

"Şimdi senin elindedir Enkidu beni kurtarmak,

Söyle Gılgamış'a, bağışlasın hayatımı."

Ama Enkidu konuşmak için açtı ağzını ve şöyle dedi Gılgamış'a;

"Dostum, Humbaba'yı, Sedir Ormanı Bekçisi'ni boğazla, tepele, bitir işini,

Yüce Tanrı Enlil onun dileğini duymadan,

Ve gazabı üzerimize yağmadan önce Yüce Tanrıların,

Nippur' da Enlil'in ve Sippar'da Şamaş'ın,

Koru ölümsüz şöhretini Humbaba'yı tek başına yenerek."

Humbaba bu sözleri duyunca,

Kırık satırlar nedeniyle Humbaba’nın laneti kesik kesik okunuyor.

"Onmasınlar...

Her ikisi de gebersin...

Dostu Gılgamış gibi...

Enkidu da asla kurtulamasın...

Ulaşamasınlar kıyıya dalgalardan kurtulup..."

( Hayatın bir tufan olduğunun en bariz ifadesini bu satırlarda buluyoruz.)


Bunun üzerine Enkidu ağzını açtı, söze başladı ve şöyle dedi Gılgamış'a;

"Dostum, ne söyledimse fayda etmedi sana, dinlemedin beni,

Ben öldüreceğim Humbaba'yı."

İki kahraman tam beş kere kılıç sıyırdılar kınından,

Kurtulmak için bunlardan, Humbaba sıçrıyordu,

Sonunda mızrak darbeleriyle öldürdüler onu,

Birden zifiri karanlıklara gömüldü Dağ,

( Güneş Tanrısı Şamaş’ın aydınlatmadığı o yeri Huvava / heva-heves aydınlatıyordu. Gerçekten de, biraz hevesi olmayan bir hayat donuk ve karanlık değil midir? Çoğumuz şeytanı, nefsi ve hevesi düşman biliriz, oysa onlardan tümüyle yoksun bir hayat anlamsızdır.) 


Evet, zifiri karanlıklara gömüldü Dağ.

Otuz sekiz satır kırık, okunamıyor. Destan sedirlerden söz ederek devam ediyor.

Kesmek istedikleri Sedirlerin kabuklarını işaretlediler,

Gılgamış ağaçları kesiyor, Enkidu da tomrukları işaretliyordu,

Ve Enkidu açtı ağzını, söze başladı ve dedi ki Gılgamış'a;

Dostum, tepesi göğü delen inanılmaz yükseklikte bir sedir kestik,


(" Asur'a bak! Lübnan'da bir sedir ağacıydı, Ormana gölge salan güzel dalları vardı. Çok yüksekti, tepesi bulutlara erişiyordu. Hez.31: 3 "

Yukarıda okuduğumuz Tevrat ayeti, Gılgamış Destanının Babil ile Asur arasında yaşanan dinsel ve kültürel bir çatışmayı anlattığını gösteriyor. Destanda Gılgamış Din kavramını, Huvava ise Bilim kavramını temsil ediyor. ) 

Bir kapı kanadı yap ondan; Yüksekliği Altı Ninda (36 mt),

Eni İki Ninda (12 mt), kalınlığı Bir Arış (50 cm),

Ve orta, alt, üst eksenlerinin her biri Bir Ninda (6 mt) olsun,

Nippur' a götüreceğiz onu, Fırat'tan geçirerek,

Ve bir bayram sevinci yaşayacak Nippur,

Bir sal yaptılar bunun için,

Enkidu bindi sala,

Gılgamış elinde tutuyordu Humbaba'nın başını.

(Beşinci tabletin sonu)



ALTINCI TABLET (Bottero çevirisi)


Gılgamış gür saçlarını yıkadı, bir çatkı bağladı başına,

Ve ensesine kadar indirdi örülü saçlarını,

Kirli çamaşırını çıkarıp temizini giydi,

Dökümlü cenk urbasına sarınıp,

İşlemeli kemerini kuşandı beline,

Krallık tacını da geçirince başına,

Prenses İştar bakakaldı Gılgamış'ın güzelliğine,

Haydi Gılgamış, evlen benimle, dedi ona;

"Sun bana hediye olarak meyveni, kocam ol, karın olayım ben de,

Göktaşından ve altından, tekerleri saf altından,

Dizginleri amberden ve atılgan fırtınalar koşulmuş,

Ve de güzel kokulu sedirler arasından,

Sarayımıza götürecek bir arabayla donatacağım seni Gılgamış,

Ve sen oraya girince, ayaklarını öpecek (secde edecek) en yüce rahipler,

Ve dize gelecek senin önünde krallar, beyler ve prensler,

Dağın ve ülkenin tüm ürünlerini sunacaklar sana,

Keçilerin üçüz, koyunların ikiz yavrulayacak,

Katırları aratmayacak sıpaların,

Yarışta birinci gelecek arabanın atları,

Ve bir eşi daha olmayacak boyunduruklu öküzlerinin."

Ama Gılgamış açtı ağzını, söze başladı ve dedi ki Prenses İştar' a,

"Eğer evlenirsem seninle, neler sunmam gerekecek sana?

Güzel kokular ve giysiler mi, turfanda meyveler mi?

Bir tanrıçaya layık yiyecekler mi?

Ve şahane içkilerle gidermek mi susuzluğunu?

Sarmalamak mı seni bir harmaniyeyle?

Hayır, istemiyorum karım olmanı senden,

Çünkü sen soğukta sönen bir sobasın,

Sallantılı bir kapısın rüzgârlara, fırtınaya kar etmeyen,

Çöken bir saraysın en güçlü kralların üzerine,

Bir filsin koşumunu yere çalan,

( Yazar Fil’in binek ve yük hayvanı olarak Mezopotamya’da kullanılmadığına dikkat çekiyor ve Gılgamış Destanının filin yaygın olarak kullanıldığı Hint kültürü ile ortak yanları olduğunu söylüyor.)

Bir katransın dokunanı kirleten,


( Katranın kirlilik/günah anlamı taşıdığını zift ve katrandan söz eden 11. bölümü okurken tekrar hatırlamamız gerekecek.)

Bir şarap tulumusun taşıyanın üstüne boşalan,

Bir kireç taşısın ıslanınca çöken ve taş duvarı çökerten,

Bir koçbaşısın dost bir ülkenin surlarını yerle bir eden,

Bir ayakkabısın giyenin ayağını vuran,

Âşıklarının bir tekini bile,

Tammuz, Gökkuzgun, sevmedin ölesiye,

Gözdelerinin hiçbiri kurtulamadı senin tuzaklarından,

Gel anlatayım sana sevgililerinin acıklı öyküsünü,

Tammuz'a, gençliğinde sevdalandığın delikanlıya,

Her yıl yas tutulması senin yüzünden,

Rengârenk Allallu’yu sevdin,

(Allallu Hindistan’a özgü renkli bir kuş, Gökkuzgun diye biliniyor. Bu örnek de Hint kültüründen paylaşılmış görünüyor. Muhtemelen Hindistan’da anlatılan meşhur bir aşk hikayesinden söz ediliyor, aranırsa eminim bulunur.)


Sonra onu da vurup kanatlarını kırdın,

Sığındığı ormanda kappi kappi (Ah kanatlarım, ah kanatlarım) diye bağırıp duruyor şimdi,

( Asur dilinde "kappi” kanatlarım anlamı taşıyor. Bu deyişi çok eskiden aynı kelimelerle bir şiirde okuduğumu hatırlıyorum. Ömer Hayyam, Sadi Şirazi, Mevlana veya onlara yakın bir yerlerde, ama bulamadım, bulunca ekleriz. Bu anlatımlar, çok yakın zamanlara kadar tüm Ortadoğu’yu etkilemiş görünüyor. )


Aslan, gücüne erişilmez Aslan'ı sevdin,

Sonra tuzak üstüne tuzak kurdun ona da,

At, savaş tutkunu At'ı sevdin,

Sonra meşin kırbaç'a layık gördün onu,

Yedi Beru yarışlara, bulandırdığı suyu içmeye,

Anası Silili'ye (?) yas tutmaya mahkûm ettin,

Çoban, Baş Çoban'ı, sana toprak tandırda çörekler yapan,

Ve sana her gün bir oğlak kurban eden Çoban'ı sevdin,

Sonra bir vuruşta kurda dönüştürdün onu,

Öyle ki kendi çobanları kovalar ve kendi köpekleri saldırır oldu ona.

İşullanu'yu, Baba Tanrının Bahçıvanı'nı sevdin,

Sofranı her gün küfeler dolusu hurmayla donattı durdu,

Ve günün birinde gözlerini ona çevirip dedin ki,

Gel İşullanu, erliğini tadalım, uzat elini de dokun bana,

Ama İşullanu şöyle dedi sana,

Böyle bir şeyi nasıl istersin benden,

Anamın benim için pişirdiği yemekleri yemedim mi?

Oysa sen lanetli, utanç verici ekmeği yememi istiyorsun,

Ve soğuğa karşı sadece hasır sunuyorsun bana,

Ve sen Bahçıvan'ın cevabını duyunca,

Bir vuruşta Kurbağa'ya (?) dönüştürdün,

Ne inebildiği, ne de çıkabildiği bir yere mahkûm ettin onu,

Tut ki beni sevdin, bana da onlara yaptığını yapacak değil misin?"

Bütün bunları duyunca pek öfkelendi İştar,

Göğe tırmandı ve baba Anu'nun önünde gözlerinden yaşlar boşandı,

Ana Antu'nun önünde hıçkıra hıçkıra ağladı;

"Baba, Gılgamış beni aşağıladı, Gılgamış lanetler yağdırdı bana, lanetler ve küfürler,"

( Yazar burada, “Baba” hitabının “Tanrım” anlamında bir saygı ifadesi olarak kullanıldığını, İnanna ve İştar’ın diğer pek çok metinde sevgili rolünde olduğunu aktarıyor. Metnin başında Gılgamış’ın verdiği örneklerden de anlaşılacağı üzere İnanna veya İştar ismi tarihte Aşk ve Savaş tanrıçası olarak tanımlanır. Bu tanıma bugünkü İslami kavramlar açısından bakıldığında, Gılgamış’ın "Nefs-i Mutmain" i, İştar’ın ise "Nefs-i Emmare" yi temsil ettiği görülüyor. )


Anu açtı ağzını ve söze başlayıp şöyle dedi Prenses İştar'a;

"Ama ilk sen değil misin Kral Gılgamış'a dalaşan,

İşte bu yüzden aşağıladı, bu yüzden lanetler yağdırdı sana, lanetler ve küfürler."

Bunu duyan İştar açtı ağzını ve söze başlayıp şöyle dedi Baba Anu'ya;

"Baba, Gökyüzü Boğası'nı bana bağışla da öldüreyim Gılgamış'ı,

Ve Boğa'yı bana bağışlamazsan eğer,

Gılgamış'ın Sarayı'nı yakıp kül edeceğim, Onu Sarayından vuracağım,

Sonra da inip Cehennem' in derinliklerine,

Ölüleri dirilteceğim ki Dirileri parçalasınlar,

Ve Ölüleri çoğaltacağım Dirilere inat,"

("Ölüleri diriltmek ve ölüleri çoğaltmak", insanları gerçeklerden uzaklaştırıp aptala çevirmek olarak anlaşılabilir. Bu bazen aşktır, bazen hevestir, bazen dindir, bazen dinsizliktir.)

Bunu duyan Anu açtı ağzını ve söze başlayıp şöyle dedi Prenses İştar'a;

"Eğer ben Boğa'yı bağışlarsam sana, Uruk ülkesinde Yedi yıl kıtlık olacak,

Ve senin önce, insanlar için tahıl ve hayvanlar için ot istif etmen gerekecek,"

İştar açtı ağzını ve söze başlayıp şöyle dedi Baba Anu 'ya;

"Baba, senin sözünü önceden yerine getirdim,

Önceden koydum yerine Yedi yıl sürecek kıtlığı gözeterek,

Tahıl ve ot istif ettim."

Anu İştar'ın bu konuşmasını duyunca inanır gibi yaptı,

Boğa'nın alt yarısını verdi ona,

( Boğanın alt yarısı ne demek? Hâlbuki az sonra göreceğiz ki başından kuyruğuna ve ayaklarına kadar tam bir boğadır. Sanırım bu tanım, yerdekiler için, yani Aşağı Mezopotamya için hazırlanan bir boğayı kast ediyor. Üst yarısı, yani iki boğadan diğeri ise Yukarı Mezopotamya’ya hizmet etmekteydi.)

İştar elinde tutarak götürdü onu,

Uruk'un içine vardıklarında,

Boğa bir püskürdü, bir yarık açıldı,

Ve Uruklu iki yüz, üç yüz kişi oraya düştüler,

Evet (yalan yok), Uruklu iki yüz, üç yüz kişi oraya düştüler,

Boğa bir daha püskürdü, bir yarık daha açıldı,

Ve Uruklu iki yüz, üç yüz kişi daha oraya düştüler,

Evet (yalan yok), Uruklu iki yüz, üç yüz kişi daha oraya düştüler,

Üçüncü püskürüşünde bir yarık daha açıldı Enkidu'nun yanı başında,

Ve yarı beline kadar içine düştü Enkidu,

Ama bir sıçrayışta çıktı oradan, boynuzlarından yakaladı Boğa'yı,

Salyalar akıyordu ağzından direnen Boğa'nın ve ardından tezeği çıkıyordu,

( Sorular çoğaldı..

Bu nasıl bir boğa, gerçekten dev gibi canlı bir boğa mı?
Ne kadar büyük olursa olsun, bir boğanın nefesinin yeri yarması mümkün mü?
Diyelim ki yardı ve iki yüz, üç yüz kişi yarığın içine düştü, diğerleri neden kaçmadılar da başka bir yarığın içine düştüler?
Diyelim ki bu gerçekten dev gibi bir boğa, hani nerede Uruk’un meşhur yiğitleri, neden yalnız bırakıyorlar Gılgamış ve Enkidu’yu bu azgın canavarın karşısında?
Neden başkaları tümüyle yarığa gömülürken Enkidu sadece yarı beline kadar gömülüyor?

Bu sorular karşısında benim düşüncem şu;

Gılgamış Destanı, tıpkı sonradan yazılacak olan Avesta, Tevrat, İncil ve Kuran gibi dinsel bir metin ve kutsal kitapların ilk örneklerinden biridir. Ve bu tür metinler, aktarmak istedikleri bilgeliği halkın içinde yaşadığı ve yakından tanıdığı nesnelere, bitkilere, hayvanlara ve olaylara dayandırarak anlatırlar ki, kolay okunsun ve halk için rahatsız edici olmasın.

Boğaya gelirsek, yazarın düşüncesinin aksine ben bu boğanın tekerlekler üzerinde hareket ettirilerek yürütülen ve hayvanların çektiği 4-5 tonluk içi yağ dolu büyük bir heykel olduğunu görüyorum. Oldukça süslü, ses çıkarabilen, ağzından ve arkasından şifalı olduğuna inanılan yağların ikram edildiği oldukça büyük bir heykel. Halkın toplanmasına yol açan, hatta bir ara Enkidu’nun bile hayranlığa düştüğü muhteşem bir ustalık ürünü.

Ben bu anlatımı Musa’nın yılan kıssasına benzetiyorum. Nitekim az sonra göreceğiz ki, Gılgamış da Musa’nın yaptığını yapacak ve Boğayı kırarak iç yüzünü açığa çıkaracaktır. )


Enkidu açtı ağzını ve söze başlayıp dedi ki Gılgamış'a;

"Dostum, zaferle çıkmıştık Sedir Ormanı'ndan,

Ama bu yeni tehlikeyle nasıl başa çıkacağız?"

Üç satır kırık, okunamıyor. Okunabilen kelimeler şunlar,

...'ı görebildim dostum,

Gücüm...

Yani ...i ele geçirebilirim,

Ve ikimiz birden...

...'i yakalayacağım,

Sonra Boğa'nın boynuzları ve ensesi arasında, tam boynuna vuracaksın baltanı,

Enkidu Boğa'yı kollayarak arkasına geçti,

Sonunda kuyruğundan sıkıca yakaladı,

Ve korkusuzca, bir ağaç devirir gibi Gılgamış,

Vurdu baltasını Boğa' nın boynuzları ve ensesi arasında boynuna,

Boğa devrildi yere, Yüreğini (iç yüzünü) çıkarıp Şamaş'ın önüne koydular,

Sonra bu tanrının önünde saygıyla eğildiler ve yan yana durdular.

Bu sırada İştar Ağıllı Uruk'un duvarı üzerine çıkıp yas tuttu ye yakındı uzun uzun,

"Gılgamış beni aşağıladı Gökyüzü Boğası'nı öldürerek,"

Ama Enkidu İştar'ın bu sözlerini duyunca,

Boğa'nın bir budunu koparıp fırlattı Onun yüzüne ve şöyle dedi;

"Seni de elime geçirseydim aynını yapar,

Bağırsaklarını senin kollarına asardım,"


( Bu anlatımda Gılgamış ve Enkidu akıl ve iradeyi, İştar (İnanna) ve boğa ise azgın nefsi sembolize ediyor. Tevratta, kurbanın sağ budunun "Sallamalık Sunu" olarak takdim edildiği bir ibadet şeklini almıştır. Kuran ise Bakara 2/67-73 ayetlerinde ise şöyle söz eder;

"Nefsi (boğayı) öldürmüştünüz, ama sonra birbirinize düşüp o konuyu unuttunuz. Halbuki O İlah gizlediklerinizi ortaya çıkarandır. Bunun üzerine demiştik ki; Ona onun bir parçasıyla vurun. O İlah ölüleri işte böyle diriltir ve anlayabilesiniz diye ayetlerini açıklar."

Ayette kesilen boğanın hangi parçasının vurulacağı bildirilmediği halde Kuran müfessirlerinin o parçanın boğanın sağ budu olduğunu düşünmeleri Gılgamış destanının ve Tevratın etkileridir.) 

Bunun üzerine İştar Rahibeleri, Fahişeleri ve Yosmaları toplayıp,

Boğa'nın budu önünde ağıt yaktı.

Bundan sonra Gılgamış tüm maden ustalarını ve işçilerini çağırdı

Hepsi de Boğa'nın boynuzlarının iriliğini övdüler:

Lacivert taşından boynuzların her biri 60 Biltu (30 kg),

Ve 2 Biltu (1 kg) altınla kaplanmıştı her ikisi,

6 Gur (1800 lt) yağ içeriyordu Boğa,

( İkram edilen bu yağın Lübnan yöresinde üretilen kutsal zeytinyağı olması mümkün.)

Gılgamış bunlardan sundu tanrısı Lugalbanda'nm merhemleri için,

Aile Reisi'nin Odası'na götürdü ve oraya astı onları,

( " Yazarın notu: Lugalbanda Sümer dilinde “öfkeli Kral” demektir. Gılgamış’ın anası "Yabani Boğalar/Mandalar” Kraliçesi Ninsuna'nın kocası ve Gılgamış’ın babasıdır. Bir Kral olduğu halde, tanrılaştığı için Lugalbanda’nın adı Sümer Krallar listesinde yoktur. "Aile Reisi'nin Odası" Uruk sarayının bir odası olmaktan çok, Lugalbanda'ya adanmış bir tapınak olabilir. Güzel kokulu yağ ile dolu adanmış boynuzlar herhalde bu tanrıyı simgeleyen belli bir törende kullanılıyordu.”

Yukarıdaki satırlar ve bilgiler, Gılgamış'ın Hekimlik yapan bir aileye mensup olduğunu ve Kuran'da Lokman Hekim olarak anılan şahsiyet olabileceği yönündeki tahminimi doğruluyor. Kuran’ın bilgelik yönüyle değer verip konu etmesini de buna bağlıyorum.)

Sonra da Gılgaınış ve Enkidu ellerini Fırat' ta yıkadılar,

( Fırat nehri suyun kutsallığından dolayı kutsaldı ve bu minyatür bir abdesttir, yani arınma töreni.)

Ve savaş arabasına binip Kentin sokaklarında dolaştılar,

Uruk'un sakinleri seyrediyordu onları,

Ve Gılgamış şöyle diyordu sarayında hizmet eden kadınlara;

"Kimdir yiğitlerin en bilgesi ve kimdir erkeklerin en ünlüsü?

Yiğitlerin en bilgesi Gılgamış'tır, erkeklerin en ünlüsü Enkidu'dur,

Biziz öfkemizden Boğa'nın budunu İştar'ın yüzüne fırlatan,

( Gılgamış’ın özellikle kadınlara hitap etmesi nedensiz değildir, çünkü Boğaya en büyük ilgiyi kadınlar göstermişlerdi.)

Ve kentte kendisini teselli edecek kimseyi bulamadı O,"

Ve Gılgamış büyük şenlikler düzenledi kendi sarayında,

Ama Yiğitler yataklarında uyurken Enkidu bir rüya gördü uykusunda,

Ve uyanınca uykudan, anlattı dostuna şu sözlerle.

(Altıncı tabletin sonu)



YEDİNCİ TABLET (Bottero çevirisi)


Sonra sabah oldu ve Enkidu Gılgamış'a seslendi;

"Dostum, dinle bu gece gördüğüm rüyayı,

Anu, Enlil, Ea ve Gökteki Şamaş toplanmış konuşuyorlardı,

Ve Anu şöyle dedi Enlil'e,

Öldürdükleri için Gökyüzü Boğası'nı ve Huvava'yı,

Ve içlerinden hangisi yok ettiyse Sedir Dağı'nı, Onun ölmesi gerekir.


( Bu satırlardan, tanrıların cesaret ve yaşama zevkinin yok edilmesini hoş karşılamadıkları sonucunu çıkarabiliriz.) 

Ve yanıtladı Enlil; Enkidu'nun ölmesi gerekir, ama Gılgamış ölmemelidir.

Bunun üzerine Gökteki Şamaş yanıtladı Yiğit Enlil'i;

Ben emrettiğim için öldürmediler mi Gökyüzü Boğası'nı ve Huvava'yı?

Enkidu, masum olduğu halde ölecek mi? 

Ama Enlil öfkeyle Gökteki Şamaş'a döndü;

Sen onların dostlarından biri olduğun için böyle konuşuyorsun,

Onlara destek vermekten bir gün bile geri durmadın."

Enkidu sonra şöyle dedi Gılgamış'a;

"Dostum, Yüce Tanrılar niçin toplandılar,

Gidelim dostum, Nippur' a gidelim, Enlil’in Tapınağına."

Girişinde Enlil Tapınağının,

Gördü bu tanrıya adadığı kapı'yı ve gözlerini kapı'ya doğru kaldırarak,

Kapı'yla konuşmaya başladı Enkidu, bir insanla konuşur gibi;

"Ey Kapı, Sen ki ulu ağaçtan yapıldın, Akıl yok, Bilinç yok sende,

Bulacağım diye keresteni Yirmi Beru (200 km) yol yürüdüm de,

( Enkidu bu satırlarda insanı bir kapıya benzetiyor ve insanlığa hitap ediyor. )

Eriştim sedirlerin en yükseğine, bir eşi daha yok senin kerestenin,

Yüksekliğin Altı Nintu (36 mt), enin İki Nintu (12 mt), kalınlığın Bir Arış (50 cm),

Her biri Bir Nintu (6 mt) orta, alt ve üst eksenlerinin.

Seni yaptıktan sonra Nippur'a, Enlil’in Tapınağı'na taşıdım,

Ey Kapı, bilseydim eğer senden böyle bir iyilik göreceğimi,

Baltamla paramparça ederdim seni,

Ve senin parçalarından bir sal yapardım,

Ve buna rağmen, seni ben yapmıştım ey Kapı,

Ben getirmiştim seni Nippur'a,

Yok olup gitsen keşke,

Geleceğin bir kralı lanetlese seni,

Bir tanrı yerle bir etse seni,

Senin üzerine kazınmış adımı,

Silip bir başkası kendi adını yazdırsa keşke."


( Gılgamış Destanı MÖ 2650 yıllarındaki çok tanrılı dönemde yazılmıştır. Ne gariptir ki, bu satırlar yazıldıktan 650 yıl sonra tanrılar Enkidu’nun duasını kabul ettiler. MÖ 2000 yıllarında tüm tanrılar bugün bizim Allah dediğimiz Tanrı Marduk ismi altında birleştiler ve Tanrı Enlil değilse bile taraftarları kovulmuş şeytan adı verilerek lanetlendi.)

Ve parçalayarak giysilerini, fırlatıp attı yere.

Bu sözleri duyunca hemen yankıladı Gılgamış,

Oysa gözyaşlarına boğuyordu Onu bu sözler.

Gılgamış açtı ağzını, söze başladı ve şöyle dedi Enkidu'ya;

"Uzak görüşlü ve sağduyulu dostum,

Düşüncesizce konuştun,

Niçin yüreğinden döküldü böylesine saçma sözler?

Çok güzel bir rüya bu,

Korkun ne kadar büyük olursa olsun,

Ve sinekler gibi vızıldasa da dudakların,

Seni kaygılandıran birçok şeye rağmen, çok güzel bir rüya bu,

Hayra alamettir Tanrıların seni kaygılandırması,

Hayra alamettir bu rüyanın seni kaygılara salması,

Gidelim Yüce Tanrılara yakarmaya senin için,

Gideceğim senin koruyucu tanrını bulmaya,

Enlil’e, Yüce Tanrıların Tanrısı'na yakarmaya,

Tanrılar Tanrısı Enlil sana acısın diye,

Altından bir tasvirini yapacağını senin adak niyetine,

Tasalanma artık dostum, gör bak nasıl etkileyecek onu bu altın,

Enlil'in buyurduğu Kral buyrukları gibi değildir,

Buyurduğu şeyden geri dönmez O,

Vazgeçmez ondan karar verdi mi bir şeye,

Hayır, geri dönmez, vazgeçmez ondan,

Dostum, çünkü böyle yazılmıştır insanların alınlarına."

Tanyeri ağardığında, Enkidu başını Şamaş'a doğru kaldırıp ağlamaya başladı,

Gözyaşları ışıldıyordu Şamaş'ın parlak ışıklarında;

"Sana şikayet ediyorum Şamaş, 

Bana düşmanca bir kader çizen,

Bu avcı kılığındaki Tuzakçıyı,

Beni eski sevdiklerimden ayırdı,

O sahte Avcı da ayrı düşsün sevdiklerinden,

Kazancı eksilsin, geliri azalsın,

Büründüğü çuldan başka hiçbir şeyi kalmasın,

Kurduğu tuzaklara düşmesin avlamak istediği hayvanlar,

Kaçıp kurtulsunlar bir bulut gibi." 

Avcı'ya ilenince Yosma'ya da ilenmek geldi içinden;

"Sana gelince Yosma, sonsuza dek sürüp gidecek bir alın yazısı biçeceğim sana,

Karşı konulmaz bir alın yazısı olacak bu,

Ve asla kurtulamayacaksın bundan,

Asla mutlu bir yuvan olmayacak,

Asla sevip okşayamayacaksın koca diye bir adamı,

Asla giremeyeceksin diğer kadınların düğününe, yemeğine,

Biranın tortusuyla kirlenecek güzel göğüslerin,

Sarhoşların kusmukları bulaşacak giysilerine,

Asla güzel kokular sürünemeyeceksin,

Yitireceksin ne varsa elinde avucunda,

Kapı önlerinde sevişeceksin, meskenin kaldırımlar olacak,

Yapayalnız yaşayacak, kenar mahallelerde sürteceksin,

Çalılar ve dikenler kanatacak ayaklarını,

Sarhoşlar ve ayyaşlar pataklayacaklar seni,

Arkandan küfredecekler sokaklarda,

Dam aktarıcılar gelmeyecek korkudan evinin çatısını onarmaya,

Baykuş yuva kuracak evine, asla sofra kurulmayacak evinde,

Çünkü ben karımın yanındayken özgürdüm de, sen köle yaptın beni,

Ve böylece aldatıp haksızlık ettin bana."

( Enkidu’nun karısından söz eden bu satırlar yazarın da dikkatini çekmiş ve dip not düşmüş. "Öyle anlaşılıyor ki, zannettiğimiz gibi maymuna benzeyen kıllı bir yaratıktan söz etmiyoruz. Enkidu, medeniyetten uzak yaşayan kırsal toplumları temsil ediyor.")

Şamaş Enkidu'nun söylediklerini duyunca gökten seslendi ona;

"Ama Enkidu niçin ileniyorsun sen Yosma'ya?

Seni o besledi kutsal yemeklerle, O giderdi senin susuzluğunu şahane içkilerle,

Bir harmaniye ile donattı seni ve dost olmanı sağladı bu görkemli Gılgamış'la,

Şimdi sana bir dost, bir öz kardeş değil mi o?

Şahane bir yatakta dinlendirecek seni.

Sol yanında sana değişmez bir yer hazırladıktan sonra,

Rahat bir döşeğe yatıracak seni,

Ayaklarını öpmeye (secde etmeye) gelecekler ülkenin prensleri,

Uruk ahalisi gözyaşı döküp ağıt yakacak sana,

Ve Gılgamış yas tutacak senin için, uyruklarının en görkemlisi için,

Ve sen öldükten sonra Gılgamış saçlarını uzatıp,

Sadece bir aslan postuna bürünerek dolaşacak bozkırda."

Yüce Şamaş' ın böyle konuştuğunu duyunca,

Öfkesi yatıştı hemen ve kızgınlığı geçti Enkidu’nun,

Haydi Yosma, dedi; "Bir başka alın yazısı dileyeceğim sana,

Sana ilenmiş olan bu dudaklar seni kutsayacak şimdi,

Prensler ve Beyler âşıkların olacak senin,

Senden Bir Beru (10 km) uzaktaki er kişi kalçasına vuracak sabırsızlıktan,

Saçını başını yolacak birçokları İki Beru (20 km) uzaktan,

Ve asker daha fazla beklemeksizin çözecek kılıç kayışını,

Elmasa, lacivert taşına ve altına boğacaklar seni,

Sana paha biçilmez küpeler hediye edenin,

Bereketli yağmurlar yağacak tarlasına ve diz boyu olacak ekinleri,

Tanrıların tapınaklarına bile kabul edileceksin,

Yedi çocuk anası da olsa, kocalar karılarını terk edecekler senin uğruna."

Ama Enkidu sararıp soluyordu yatağında yapayalnız,.

Yattığı yerden Dostuna açıkladı içinden geçenleri;

"Dostum, bu gece bir rüya daha gördüm;

Gök gürlüyor, Yer de yankılıyordu bu gürlemeyi,

Oysa ben ayakta duruyordum onların arasında,

Anza'ya benzeyen, heybetli, karanlık yüzlü bir yaratık vardı,

Elleri aslan ayakları, tırnakları kartal pençesi gibiydi,

Saçlarımdan yakalayıp sımsıkı tuttu beni,

Ben kendisine vurmak istedikçe ip atlar gibi sıçrıyordu;

Ama O bana vurduğunda ben çuval gibi yere düşüyordum.

Ve bir yaban öküzü gibi tepiniyordu üzerimde,.

Gövdemi kollarıyla sıktıkça boğulacak gibi oluyordum,

Boşuna bağırıyordum "Kurtar beni, dostum" diye,

Kurtaramıyordun beni, korkuyordun,

Dört satır kırık, okunamıyor...

Bir güvercine dönüştürdü beni,

Ve kollarım tüylerle kaplanmıştı bir kuşun kanatları gibi,

Kaptığı gibi beni Karanlık Ev'e, Irkalla'ya,

İçine girenlerin bir daha asla çıkamadıkları Ev'e,

İçindekilerin karanlıkta oturdukları,

Kumlu toprak ve kilden başka bir şey yemedikleri,

Giysileri, kuşlar gibi tüylerle kaplı,

Asla gün ışığı görmeyen karanlıklara yığıştıkları,

Yere götürdü, dönüşü olmayan yoldan,

Ve ben girince bu Tozlu Eve,

Çevremde taçlar görebildim sadece,

Ve vaktiyle yeryüzüne egemen olmuş bu taçlı başlardan,

Anu'nun ve Enlil'in sofralarında ızgara et yiyenlerden,

Yayılan bir uğultu çalındı kulağıma,

( "Ve uzaktan, onun (cehennemin) öfkeli uğultusunu işitirler. Furkan 25/12")

Kuru ekmek yiyip, soğuk su içiyorlardı şimdi,

Ve içine girdiğim bu Tozlu Ev'in sakinleriydiler,

Başpapazlar, ulu danişment kişiler, Büyücüler, ayinleri yönetenler,

Ve Yüce Tanrılar'ın aklayıcıları Etana, Samukan ve Cehennem Tanrıçası Ereşkigal,

Elinde tuttuğu bir tableti çömeldiği yerden,

Yüksek sesle okuyordu ona Yazıcı Belit-Şeri,

O sırada kaldırıp başını bana baktı Kraliçe,

Ve dedi; Kim getirdi buraya bu adamı?"

Sekiz satır kırık, okunamıyor. Okunabilir sözcükler, "mezar'', "Ereşkigal", "bir Tufan".

"Ben ki senin yanında bunca tehlikeye göğüs germiştim,

Hatırla beni dostum, unutma çektiklerimin hiçbirini."

Gılgamış diyordu kendi kendine; "Dostum çok kötü bir rüya gördü,

Ve o rüyayı gördüğü günden beri güçlerini yitirdi."

Bu sırada Enkidu yatağındaydı,

Birinci gün, İkinci gün, kalkamıyordu yerinden, daha beter hastalandı,

Üçüncü gün, Dördüncü gün, değişen bir şey olmadı,

Beşinci gün, Altıncı gün, Yedinci gün, değişen bir şey olmadı,

Sekizinci gün, Dokuzuncu gün, Onuncu gün de geçti,

Sonra, Enkidu'nun hastalığı daha da ağırlaştı,

On birinci ve On ikinci gün değişen bir şey olmadı,

Bunun üzerine Enkidu yatağında doğruldu, Gılgamış'a seslenerek şöyle dedi;

"Demek ki Şamaş'a yakarmam fayda etmedi dostum,

Yardım etmişti bana Güneşe yürümekten korktuğumda,

Ama o zaman yardımıma koşmuş olan O, beni terk etti şimdi,

Ama yine de sen ve ben, hiç ayrılmamalıydık birbirimizden."

Enkidu, bu yüzden hastalanmış yatıyordu Gılgamış'ın gözü önünde,

Gözyaşlarını tutamayan Gılgamış şöyle dedi Ona;

"Kardeşim, sevgili kardeşim, benden ayırmak istiyorlar kardeşimi,"

Ve devam ediyordu; "Şu halde benim de Ölülerin mekanına yerleşmem,

Ölüm'ün eşiğini geçmem ve sevgili kardeşimin ölümünü,

Asla kendi gözlerimle görmemem gerekecek,

Dostumun..."

(Yedinci tabletin sonu)



SEKİZİNCİ TABLET (Bottero çevirisi)


Tanyeri ağardığında, Gılgamış şöyle seslendi ölen dostuna;

"Ey Enkidu, Ey biricik dostum,

Bir ceylandı anan, yaban eşeği idi baban,

Ve eşek sütüyle beslemişlerdi seni,

Bilmediğin şey değildi otlaklar, vahşi hayvanlar,

Ey Sedir Ormanı'na kadar Enkidu'nun yürüdüğü yollar,

Ağlayın Ona gece gündüz, gözyaşlarınız dinmemecesine,

Ağlayın ona ey Yaşlılar, ağıllı Uruk'un geniş sokaklarında,

Ağlayın ona peşimizden gelerek bizi selamlayan kalabalıklar,

Ağlayın ona Dağların dar geçitleri ki, Onunla birlikte aşmıştık sizleri,

Ağla ona ey memleket sanki anasıymışsın gibi,

Ağlayın ona Selviler, Sedirler,

Öfkemizden kan gölüne çevirmiştik sizin oraları,

Ağlayın ona ayılar, sırtlanlar, panterler,

Kaplanlar, geyikler, yabani kediler,

Aslanlar, mandalar, alageyikler, dağ keçileri,

İrili ufaklı yabanıl hayvanlar,

Ağla ona kıyıları boyunca birlikte gezindiğimiz Kutsal Ula,

Ağla ona bir vakitler kırbalarımızı doldurmaya gittiğimiz sevgili Fırat,

Ağlayın ona Dev Boğa'yı öldürdüğümüzü gören Ağıllı Uruk'un Yiğitleri,

Ağlayın ona Köylüler, sizler ki Onun adını yüceltirdiniz güzel deyişlerde,

Ağlayın ona uçsuz bucaksız Kent'in demirci Ustaları,

Sizler ki en sağlam baltaları yapardınız Ona,

Ağlayın ey Rahipler, sizler ki Onun susuzluğunu giderirdiniz Arpa suyuyla,

Ağlayın ey Çobanlar, sizler ki kaymak sunardınız Ona,

Ağlayın Enkidu'ya Fahişeler, sizler ki içkilerin en iyisini içirirdiniz Ona,

Ağla Enkidu'ya Yosma, sen ki güzel kokularla ovardın Onu,

Ağlayın Ona konuklar, düğün günü Enkidu'nun parmağına yüzük takmış olanlar,

Ağlayın Ona Bozkırda koyun güden kardeşleri,

Ağıt yakın Ona kız kardeşlerin ağıt yaktığı gibi,

Ve yolun saçlarınızı Onun uğruna,

Ağlayın Enkidu'ya Bozkırda koyun güden analar ve babalar,

Ben de ağlıyorum sana Enkidu,

Dinleyin beni Uruk'un Yaşlıları, dinleyin beni,

Gözyaşı döküyorum dostum Enkidu için,

İnliyorum yas tutan bir kadın gibi,

Ey Enkidu, yanımdaki baltamdın, kollarımın gücüydün,

Kılıçtın kınımda, yüzüme kalkandın,

Bayramlık giysimdin, payandasıydın sevinçlerimin,

Zalim bir kader, birdenbire ayırdı seni benden,

Ey Enkidu, ey gezgin Katırım,

Ey çölün Yaban eşeği, bozkırın Panteri,

Birlikte tırmanmıştık Dağ'a,

Birlikte yakalayıp öldürmüştük Gökyüzü Boğası'nı,

Birlikte yenmiştik Sedir Ormanı'nda Humbaba'yı,

Nasıl bir şeydir seni kapıp götüren bu uyku?

Karanlıklara karıştın ve beni duymuyorsun artık."

Ama Enkidu, gözlerini olsun çevirip bakmıyordu,

Gılgamış kalbine koydu elini, durmuştu,

Bunun üzerine bir yeni gelinmiş gibi duvakla örttü dostunun yüzünü,

Dört dönüyordu çevresinde bir kartal gibi,

Yavrularını yitirmiş dişi bir aslan gibi,

Saçını başını yoluyordu, yırtıp yere atıyordu,

Üstündeki süslü giysileri dehşete kapılmış gibi,

Tanyeri ağardığında Gılgamış bütün ülkeye seslendi;

"Ey demirci ustaları, Ey cevahirciler,

Ey metal işçileri, Ey kuyumcular,

Bir heykelini yapın Dostumun."

Böylece Gılgamış, göğsü lacivert taşından,

Ve vücudunun geri kalan kısmı altından,

Bir heykelini yaptırdı Enkidu'nun.

"Şimdi sana bir dost, bir öz kardeş olmayacak mıyım?

Şahane bir yatakta dinlendireceğim seni,

Sol yanımda sana değişmez bir yer hazırladıktan sonra,

Rahat bir döşeğe yatıracağım seni,

Ayaklarını öpmeye (secde etmeye) gelecekler ülkenin Prensleri,

Uruk'un ahalisi gözyaşı döküp ağıt yakacak sana,

Yas tutacağım senin için, uyruklarımın en görkemlisi için,

Ve ben de sen öldükten sonra saçlarımı uzatacak,

Ve bir aslan postuna bürünerek dolaşacağım bozkırda."

Tanyeri ağardığında giysilerini çıkardı Gılgamış,

Ve kırmızı bir pelerin giyindi,

Kırk beş satır kırık, okunamıyor. Okunabilen sözcükler, "dostum için", "onun palası", "kılıcının kabzası", "yönelinen yıldız" "cehennem tanrıları" ve "Hakim".)

Bunu duyunca Gılgamış'ın aklından Cehennem ırmağı geçti,

Tanyeri ağarınca Gılgamış Saray'ın kapısını açtı,

Şimşir ağacından yapılmış büyük bir tepsiye,

İçi bal dolu kırmızı bir çanak koydu,

Ve tereyağı ile doldurdu mavi bir çanağı,

Ve hepsini büyük bir özenle Şamaş'a sundu.

(Sekizinci tabletin sonu.)



DOKUZUNCU TABLET (Bottero çevirisi)


Gılgamış Bozkırda acı gözyaşları döküyordu dostu Enkidu için,

"Ölmeyecek miyim ben de, Enkidu'ya benzemeyecek miyim ben de?

Bir kaygı kemiriyor içimi, ölüm korkusudur beni bozkırda koşturan,

İyisi mi gidip Utanapişti'yi, UbarTutu'nun oğlunu bulayım."

Gece Dağın geçitlerine varınca Aslanlar gördü ve korktu,

( Dağ; Tapınak, alim anlamındadır, yani tanrıya ulaşan geçitlerden söz ediliyor. )


Ama başını göğe doğru kaldırarak Tanrı Sin'e yakarmaya başladı,

Ve yakarışları Tanrıçaların en büyüğüne yöneldi,

"Sağ salim kurtarın beni bu korkudan,"

Aynı gece birdenbire uyandı uykusundan,

Otuz satır kırık, okunamıyor. Okunabilen kesik kesik sözcükler ve kısa cümleler var... 

Rüyasında..

...'lar

Vur patlasın çal oynasın yaşıyorlardı,

Yanındaki baltasına sarıldı vurmak için,

Ve kılıcını kınından çıkarıp Ok gibi daldı aralarına,

...'e vuruyordu ve kayboluyordu gözden,

İkiz Dağlardı bu Dağ'ın adı,

Dorukları Gök kubbeye değen ve etekleri Cehennem'e ulaşan,


Doğan Güneş'in koruyucusu İkiz Dağlar'a vardığında,

("İkiz Dağlar" sözcüğü aklıma bir hadis getiriyor. Hz. Muhammet diyordu ki; "Güneş şeytanın iki boynuzu arasından doğar." Bu ikiz tepelerle ikiz boynuzlar arasında bir ilgi olduğuna eminim ama ne olduklarını henüz göremiyorum. Aklıma gelen iki kavram; Yer ve Gök..)

İnsan Akrepler nöbet tutuyordu Giriş kapısında,

Tüyler ürperticiydi görünüşleri, Ölüm yayılıyordu bedenlerinden,

Dehşet verici olağanüstü parıltıları kaplıyordu bu Dağları,

Doğan Güneş' i batıncaya kadar korumak için duruyorlardı orada,

Onları görür görmez korku ve dehşet kapladı Gılgamış'ın yüzünü,

Fakat karar verip yaklaştı onlara.

Ve Erkek Akrep seslendi Dişisi'ne; "Olağanüstü bir kişidir bize yaklaşan," 

Ve Dişisi cevapladı onu; "Üçte ikisi tanrı ve üçte biri insan,"

Bunun üzerine Erkek Akrep açtı ağzını ve şöyle dedi Tanrılar oğluna;

"Niçin aştın bunca uzun yolu, niçin geldin bizi bulmaya,

Aşılması böylesine güç Dağları aşarak?

Bilmek isterim yolculuğunun sebeplerini,"


Otuz satır kırık, okunamıyor..

"Bulmak için geldim Tanrıların Yüce Katı'na kabul edilmiş,

Ve sonsuz hayata kavuşmuş Ulu Utanapişti'yi,

Sorular sormak istiyorum Ona, Ölüme ve Hayata dair."

Erkek Akrep açtı ağzını söze başladı ve şöyle dedi Gılgamış'a;

"Bu kadar uzun yolu göze alan kimse yok henüz,

Hiç kimse girmedi henüz bu Dağların geçidine,

On iki Beru (120 km.) boyunca karanlıklar hüküm sürer orada,

En ufak bir ışık yoktur, zifiri karanlıktır orası,

Güneş'in doğduğu yerden Güneş'in battığı yere,

Ve ışınlarının sızdığı yere kadar,"

Otuz satır kırık, okunamıyor...

"Yüreğime çöreklenmiş bir umutsuzluk itiyor beni,

Dondurucu soğuğa ve kızgın sıcağa rağmen,

Yorgunluklara rağmen şimdi sonuna kadar gideceğim."

Bunun üzerine Erkek Akrep cevapladı onu, dedi Kral Gılgamış'a;

"Mademki böyle, durma git Gılgamış Güneşe,

Gir İkiz Dağların içine, aş Dağları geçitleri,

Adımların amaca sağ salim götürsün seni,

Bu Dağların Büyük Kapısı ardına kadar açık sana."

Gılgamış duyunca bu konuşmayı,

Boyun eğdi Erkek Akrep'in dediklerine,

Ve vurdu kendini Güneş'in yoluna,

Bir Beru (10 km.) yol aldığında,

Zifiri karanlıktı her şey, en ufak bir ışık yoktu,

Hiçbir şey göremiyordu, ne önünde ne ardında,

İki Beru (20 km.) yol aldığında,

Yirmi satır kırık, okunamıyor. Yazar bu bölümde Gılgarnış’ın tanrılardan yardım dilediğini veya yoldan geri dönme niyetinden söz edildiğini düşünüyor.

Dört Beru (40 km.) yol aldığında,

Zifiri karanlıktı her şey, en ufak bir ışık yoktu,

Hiçbir şey göremiyordu, ne önünde ne ardında,

Beş Beru (50 km.) yol aldığında,

Zifiri karanlıktı her şey, en ufak bir ışık yoktu,

Hiçbir şey göremiyordu, ne önünde ne ardında,

Altı Beru (60 km.) yol aldığında,

Zifiri karanlıktı her şey, en ufak bir ışık yoktu,

Hiçbir şey göremiyordu, ne önünde ne ardında,

Yedi Beru (70 km.) yol aldığında,

Zifiri karanlıktı her şey, en ufak bir ışık yoktu,

Hiçbir şey göremiyordu, ne önünde ne ardında,

Sekiz Beru (80 km.) yol aldığında,

Bağırmaya başladı,

Zifiri karanlıktı her şey, en ufak bir ışık yoktu,

Hiçbir şey göremiyordu, ne önünde ne ardında,

Dokuz Beru (90 km.) yol aldığında,

Bir Kuzey rüzgârı hissetti, yüzü güldü,

Ancak yine zifiri karanlıktı her şey, en ufak bir ışık yoktu,

Hiçbir şey göremiyordu, ne önünde ne ardında,

On Beru (100 km.) yol aldığında,

Yaklaşmıştı son iki Beru’ya,

On bir Beru (110 km.) yol aldığında,

Güneşin ışığı göründü,

On iki Beru (120 km.) yol aldığında,

Apaydınlık oldu her şey,

Böylece ilerledi Değerli Taş Ağaçları Bahçesi'ne,

Meyveye durmuştu Kırmızı Akik, göz kamaştırıcı salkımlarıyla,

Yaprakları meyvelerle donanmış Lacivert Taşı Ağacı'nın,

Doyum olmuyordu seyrine,

Yirmi beş satır kırık, okunamıyor. Yazar bu satırlarda Sihirli Cennet Bahçesi'nin tasvirinin devam ettiğini düşünüyor.

Sedirler, siyah damarlı beyaz Taştandı,

Deniz İncisi, Sasu Taşlarla bezenmişti,

Böğürtlenler, dikenler bürümüştü An.za.gul.me Taşı'nı,

Keçiboynuzu Ağacı, Yeşil Abaşmu Taşlarla kaplıydı,

Akik ve Elmas...

Dört satır kırık, okunamıyor. Okunabilen tek sözcük,"Firuze".

Ve Gılgamış, bu harikalar arasında dolaşırken,

Güneş'e doğru baktı.


( Cennet bahçelerini anlatan bu satırlar sonraki yüzyıllarda Tevrat'a şöyle yansımış; 

" Hez.28: 13 Sen Tanrı'nın bahçesi Aden'deydin. Yakut, topaz, aytaşı, Sarı yakut, oniks, yeşim, Laciverttaşı, firuze, zümrütle, çeşit çeşit değerli taşla bezenmiştin. Kakma ve oyma işlerin hep altındandı. Bunlar yaratıldığın gün hazırlanmışlardı."Benzer bir anlatımı Kuran'ın Miraç hadisesini anlatan Necm 53/13-17 ayetlerinde de görüyoruz;

" Şüphesiz onu başka bir inişinde daha görmüştü, Son derece göz kamaştıran ağaçların yanında. Onun da yanında cennet mekanları, İşte orada ağacı bürüyen bürümüştü, ama ne bürüme.! Fakat bakışları kaymadı ve gerçeğin dışına çıkmadı." ) 

(Dokuzuncu tabletin sonu)


ONUNCU TABLET (Bottero çevirisi)


Deniz kıyısına yerleşmişti Meyhaneci Kadın,

Sandalyesinde oturuyordu,

Küplerin konduğu bir tezgâh yapılmıştı Ona, bir de bira fıçısı,

Yüzüne peçe örtmüştü,

(Tanrısallıkla ilgili bu peçe anlatımı henüz anlamlandıramadım, tekrar çalışmalıyız.)

Ve Gılgamış ayağını sürüyerek Ona doğru ilerledi,

Bir posta bürünmüştü ama Tanrısal bir cevher belliydi görünüşünde,

Üstelik bir kaygı çöreklenmişti bağrına,

Çok uzaklardan gelmiş bir yolcuya benziyordu,

Meyhaneci Kadın dikkatle süzüyordu onu uzaktan,

Kendi kendine düşünüp şöyle dedi içinden;

"Belki de Caninin biridir bu, nereye gidiyor acaba bu yoldan?"

Gılgamış'ın yaklaştığını görünce Meyhaneci Kadın kapısını kapadı,

Kapayıp kapısını arkasından sürgüledi,

Ama O kulak verince işittiği gürültüye,

Başını kaldırıp baktı, sonra şöyle dedi Meyhaneci Kadına;

"Ne gördün ki kapattın kapını be kadın, üstelik bir de sürgüledin?

Kapının kanadını kırıp sürgüsünü sökeceğim şimdi."

Meyhaneci Kadın şöyle dedi Gılgamış'a;

Sekiz satır kırık, okunamıyor. Ancak konuşmanın kapı tartışması ve tanışmayla devam ettiği anlaşılıyor.

Gılgamış şöyle dedi Meyhaneci Kadına;

"Ben yendim ve öldürdüm Gök'ten inmiş Dev Boğa'yı,

Ben öldürdüm Orman'ın Bekçisi'ni,

Ben öldürdüm Sedir Ormanı'nda yaşayan bu Humbaba'yı,

Ve ben öldürdüm Aslanları Dağların geçitlerinde,"

( Şimdi sizi bir Dağ geçidine götürecek ve geçidi koruyan Aslanlar nasıl öldürülür göstereceğim. Babil’in yedi katlı kulesi gibi, Antik Mısır tapınakları da yedi bölümden oluşurdu. Her bölüm göğün yedi katından birine aitti ve yedinci son bölüme ancak Firavun girebilirdi. Tapınağın dış girişinde iki yüksek sütun karşılardı sizi. Bunlardan İsis aklı, diğeri Neftis benliği sembolize ederdi. İçinde sürekli su akan bir arınma havuzunda arındıktan sonra, sağında ve solunda Aslan heykelleri bulunan ince uzun bir yaya yolundan yürürdünüz tapınağın ana girişine. Sağınızda 21 Aslan heykeli, solunuzda 21 Aslan heykeli takip ederdi sizi yol boyunca. Çünkü Antik Mısır’ın 42 tanrısı vardı ve onlar tanrıların gücünü temsil ederdi. Amon Rahipleri tembih ederlerdi; "Dışınızı temizlediğiniz gibi İçinizi de temizleyin, çünkü bu Aslanlar sizi görüyor." Şaşar kalırdınız, hiç taşlar görür mü? Ve tanrısal isimleri tanımaya başladığınızda anlardınız gerçeği. Tanrısallık sizinle yaşamaktadır ve gören sizin kendi gözlerinizdir. Ve siz bunu anladıktan sonra o taştan Aslanlar ölür ve artık sizin için bir tehdit olmaktan çıkarlardı.)

Meyhaneci Kadın şöyle dedi Gılgamış'a;

"Mademki sen öldürdün Orman'ın Bekçisi'ni,

Sedir Ormanı'nda yaşayan bu Humbaba'yı,

Mademki sen öldürdün Aslanları Dağların geçitlerinde,

Yendin ve öldürdün Gök'ten inmiş Dev Boğa'yı,

O halde yanakların niye çökük böyle, yüzün niye süzgün böyle?

Neden hüzün dağlamış kalbini ve neden çökmüş avurtların?

Neden bağrına çöreklendi böylesine büyük bir kaygı?

Neden halin çok uzaktan gelmiş bir yolcunun halini andırıyor?

Neden yüzün dondurucu soğuktan ve kızgın sıcaktan kavrulmuş?

Ve neden başıboş dolaşıyordun bozkırda?"

Bunun üzerine Gılgamış şöyle dedi Meyhaneci Kadına;

"Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can Dostumu,

Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can dostum Enkidu'yu,

Bütün insanların kaçınılmaz kaderi Ölüm yere çaldı,

Altı gün yedi gece gözyaşı döktüm onun için,

Ve razı olmadım gömülmesine,

Ta ki burnundan kurtçuklar düşene kadar,

İşte o zaman başladım ölümden korkmaya,

Ve o zaman başladım bozkırda başıboş dolaşmaya,

Dostumun acısı içime çöktü, başıboş dolaştım durdum bozkırda,

Dostumun acısı içime çöktü, dolaştım durdum bozkırda,

Nasıl olur da susarım, nasıl olur da sessiz kalırım?

Can dostum Balçık oldu, Can dostum Enkidu Balçık oldu,

Ve ben de onun gibi, bir daha asla kendime gelmemek üzere,

Kara toprağa karışacak değil miyim?" 

Gılgamış yine ona, Meyhaneci Kadına şöyle dedi;

"Söyle bana Meyhaneci, hangi yol Utanapişti’ye ulaştırır beni?

Öğret bana nasıl ulaşabilirim ona?

Öğret bana, gerekirse aşarım bu Deniz'i,

Başaramazsam yine bozkırda başıboş dolaşır dururum."

Bunun üzerine Meyhaneci Kadın şöyle dedi;

"Asla görülmedi bu Deniz' i aşan,

Daha hiç kimse aşamadı bu Deniz'i, en eski zamanlardan beri,

Sadece Dirayetli Şamaş aşar onu, Ondan başkası yapamaz bunu,

Geçit dar, yol çetindir,

Üstelik orada akan Ölüm Suyudur, Deniz'e girişi engeller,

Nasıl aşabileceksin Gılgamış bu Deniz'i?

Ölüm Suyuna vardığında ne yapacaksın?

Ama orada Utanapişti'nin kayıkçısı Urşanabi vardır,

( Yazarın dip notuna göre Urşanabi Sümer dilinde; “Üçte ikisi yaratık” anlamı taşıyormuş. Geri kalan üçte birinin ne olduğunu belirtmemiş ama öyle anlaşılıyor ki kalan üçte biri de insandır.)

Ve Taştan İnsanlar eşlik eder ona,

( Yazar diğer çevirilerde “Taştanakiler” olarak okuduğumuz bu taştan insanları anlamlandıramamış. Oysa biz onları Kuran’dan tanıyoruz. “ Şu halde, yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. Bakara 2/24.” “ Sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Bakara 2/74”)

Urşanabi Ormanda, Bodur Sedirlerin kelerlerini toplamaktadır,

( Bu cümleler aklıma iki şey getiriyor. Biri, Urfa Göbeklitepe buluntularındaki keler kabartmaları, diğeri; Hz. Muhammet’in zina mahsulü bir çocuğu “keler” olarak tanımlaması. Devamını sizin anlayışınıza ve başka araştırmacıların çalışmalarına bırakıyorum.)

Git bul onu, gerekirse Onunla birlikte aşarsın suları,

Başaramazsan geri dön."

Duyunca bu sözleri Gılgamış, Baltasını eline aldı,

Kılıcını kınından çıkardı, gizlice gitti Onları bulmaya,

Ve bir ok gibi indi tepelerine, gök gürültüsü gibi gürledi Ormanda,

Urşanabi parladığını görünce Kılıcın ve sesini duyunca Baltanın kaçtı hemen,

Ama Gılgamış başına vurup elinden yakaladı,

Ve çöktü onun göğsüne,

On satır kırık, okunamıyor...

Urşanabi sordu Gılgamış'a;

"Yanakların neden çökük böyle, yüzün de süzgün,

Neden hüzün dağlamış kalbini ve neden çökmüş avurtların?

Neden bağrına çöreklendi böylesine büyük bir kaygı?

Neden halin çok uzaktan gelmiş bir yolcunun halini andırıyor?

Neden yüzün Dondurucu soğuktan ve kızgın sıcaktan kavrulmuş?

Ve neden başıboş dolaşıyordun bozkırda?"

Gılgamış şöyle dedi Urşanabi'ye;

"Mümkün mü yanaklarım çökük, yüzüm süzgün olmasın?

Mümkün mü kalbimi hüzün dağlamasın, avurtlarım çökmüş olmasın?

Mümkün mü bağrıma çöreklenmesin böylesine bir kaygı?

Mümkün mü halim çok uzaklardan gelmiş bir yolcunun halini andırmasın?

Mümkün mü yüzüm dondurucu soğuktan ve kızgın güneşten kavrulmasın?

Mümkün mü Bozkırda başıboş dolaşmamam?

Dostum, Gezgin Katırım, Bozkırın Yaban eşeği, Bozkırın Panteri,

Enkidu, Dostum, gezgin Katırım, Bozkırın Yaban eşeği, Bozkırın Panteri,

Onunla birlikte aşmıştık Dağları,

Birlikte yakalayıp öldürmüştük Dev Boğa'yı,

Birlikte öldürmüştük Sedir Ormanı'nda yaşayan bu Humbaba'yı,

Ve Aslanlar öldürmüştük Dağların geçitlerinde,

Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can Dostumu,

Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can dostum Enkidu'yu,

Bütün insanların kaçınılmaz kaderi Ölüm yere çaldı,

Altı gün yedi gece gözyaşı döktüm onun için,

Ve razı olmadım gömülmesine,

Ta ki burnundan kurtçuklar düşene kadar,

İşte o zaman başladım ölümden korkmaya,

Ve o zaman başladım bozkırda başıboş dolaşmaya,

Dostumun acısı içime çöktü, başıboş dolaştım durdum bozkırda,

Dostum Enkidu’nun acısı içime çöktü, dolaştım durdum bozkırda,

Nasıl olur da susarım, nasıl olur da sessiz kalırım?

Can dostum Balçık oldu, Can dostum Enkidu Balçık oldu,

Ve ben de onun gibi, bir daha asla kendime gelmemek üzere,

Kara toprağa karışacak değil miyim?" 

Gılgamış yine şöyle dedi Urşanabi'ye;

"Söyle bana Urşanabi, hangi yol ulaştırır beni Utanapişti'ye?

Öğret bana nasıl ulaşabilirim ona?

Öğret bana, gerekirse aşarım bu Deniz'i,

Başaramazsam, yine bozkırda başıboş dolaşır dururum."

Urşanabi şöyle dedi Gılgamış'a;

"Ey Gılgamış, kendi ellerin engelledi seni Ölüm Suyunu aşmaktan,

Paramparça ettin Taştan İnsanları ve kopardın onların bağlarını,

( Yazar İslam Tasavvufunu tanımadığı için bu satırın yanına soru işareti koymuş. Ama biz neler olup bittiğini görebiliyoruz. Utanapişti’nin oturduğu Büyük Deniz, Dirilişten sonraki ölümsüz hayat denizidir. Çok geniş, çok derin ve çok uzun olmayan Ölüm Suyu, şimdi yaşamakta olduğumuz hayattır. Taştan adamlar biziz. Hayatı severiz ve sadece kendimiz için yaşarız. Ölenlerimizi anında maziye gömer ve tekrar hayata döneriz. Biz Taştan Adamlar, Ölüm Suyunda yol alan bu Hayat Gemisinin taştan kürekçileriyiz. Şayet Gılgamış gibi, Musa gibi, İsa gibi ve Muhammet gibi birileri çıkar ve anlatırsa Ölüm Suyunun arkasındaki Büyük Denizi, suçları, günahları ve sonuçlarını, parçalanırız, korkup vazgeçeriz kürek çekmekten. Vururuz kendimizi Gılgamış gibi bozkırlara, başıboş ve ne yaptığını bilmeden. Ama hepimiz böyle koparılsaydık hayattan, kim yüzdürürdü Hayat Gemisini Büyük Denize doğru? Eskiler bu yüzden icat etmişler cenaze yemeklerini, sarhoş eden içkileri, vur patlasın çal oynasın davulları, zurnaları, zilleri. Her şey, bizi tekrar hayata döndürmek içindir.)

Ama Taştan insanlar parçalandığına,

Ve koparıldığına göre bağları,

Al Baltanı eline git ormana,

Ve her biri Beş Ninda (30 mt.) uzunluğunda Yüz yirmi sırık kes,

Dallarını budayıp uçlarını sivrilt ve getir bana onları."

Bunu duyan Gılgamış Baltasını eline aldı;

Kılıcını kınından çıkardı, Ormana daldı ve orada,

Beş Ninda (30 mt.) uzunluğunda Yüz yirmi sırık kesti,

Yapraklarını budadı, uçlarını sivriltti ve Urşanabi'ye getirdi,

Sonra Gılgamış ve Urşanabi Gemiye bindiler,

Gemiyi suya salıp açıldılar,

Ve üç günde bir buçuk ay gitmişçesine yol aldılar,

Urşanabi Ölüm Suyuna erişince Gılgamış'a seslendi;

"Kenarda durma ve Birinci sırığı alıp itele,

Dikkat et ellerin Ölüm Suyuna değmesin,

Sonra ey Gılgamış İkinci sırığı, sonra Üçüncü ve Dördüncü sırığı al,

Sonra Beşincisini, Altıncısını ve Yedincisini,

Sonra Sekizincisini, Dokuzuncusunu ve Onuncusunu,

Sonra On birincisini ve sonra On ikincisini."

Sıra Yüz yirminci'ye gelince, Gılgamış sırıkların hepsini kullanmış oldu,


( Ölüm suyunun ölümlü dünya hayatı olduğunu biliyoruz. Ancak bu sırıklar nedir ve niçin Yüz yirmi tanedir, henüz bilmiyoruz. )

O zaman kemerini çözdü, üstündekileri çıkardı,

Ve elleriyle iterek ilerletti Gemiyi,

O sırada Utanapişti uzaklara bakıyordu,

Kendi kendine düşünüp şöyle diyordu içinden;

Geminin Taştan İnsanları niçin paramparça edilmiş?

Niçin bir yabancı bindirilmiş Gemiye?

Benim adamım değil beni bulmaya gelen,

Üstelik Sağ tarafta,


( Burada Sağın Sağduyuyu ve Tanrısallığı temsil ettiğini hatırlamalıyız. Gemici Urşanabi tanrısal olmadığı için Gılgamış’ın solundadır. Enkidu da yine bu nedenle sürekli Gılgamış’ın solunda yer almaktaydı.)

Boşuna bakıyorum ona, değil O,

Boşuna bakıyorum ona, O değil,

Boşuna bakıyorum Ona,

20 dize kırık, okunamıyor: Herhalde karaya çıkış ve Utanapişti'yle ilk temas anlatılıyordu bu dizelerde. Kim konuşuyor ilkin, bilmiyoruz. Metin tekrar başladığında, Gılgarnış'a sorular soruyor Utanapişti.

Utanapişti şöyle dedi Gılgamış'a,

"Yanakların neden çökük böyle, yüzün de süzgün,

Neden hüzün dağlamış kalbini ve neden çökmüş avurtların?

Neden bağrına çöreklendi böylesine büyük bir kaygı?

Neden halin çok uzaktan gelmiş bir yolcunun halini andırıyor?

Neden yüzün Dondurucu soğuktan ve kızgın sıcaktan kavrulmuş?

Ve neden başıboş dolaşıyordun bozkırda?"

Gılgamış şöyle seslendi Utanapişti'ye;

"Ey Utanapişti,

Mümkün mü yanaklarım çökük, yüzüm süzgün olmasın?

Mümkün mü kalbimi hüzün dağlamasın,

Mümkün mü bağrıma çöreklenmesin böylesine bir kaygı?

Mümkün mü halim çok uzaklardan gelmiş bir yolcunun halini andırmasın?

Mümkün mü yüzüm dondurucu soğuktan ve kızgın güneşten kavrulmasın?

Mümkün mü Bozkırda başıboş dolaşmamam?

Dostum, Gezgin Katırım, Bozkırın Yaban eşeği, Bozkırın Panteri,

Enkidu, Dostum, gezgin Katırım, Bozkırın Yaban eşeği, Bozkırın Panteri,

Onunla birlikte aşmıştık Dağları,

Birlikte yakalayıp öldürmüştük Dev Boğa'yı,

Birlikte öldürmüştük Sedir Ormanı'nda yaşayan bu Humbaba'yı,

Ve Aslanlar öldürmüştük Dağların geçitlerinde,

Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can Dostumu,

Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can dostum Enkidu'yu,

Bütün insanların kaçınılmaz kaderi Ölüm yere çaldı,

Altı gün yedi gece gözyaşı döktüm onun için,

Ve razı olmadım gömülmesine,

Ta ki burnundan kurtçuklar düşene kadar,

İşte o zaman başladım ölümden korkmaya,

Ve o zaman başladım bozkırda başıboş dolaşmaya,

Dostumun acısı içime çöktü, başıboş dolaştım durdum bozkırda,

Dostum Enkidu’nun acısı içime çöktü, dolaştım durdum bozkırda,

Nasıl olur da susarım, nasıl olur da sessiz kalırım?

Can dostum Balçık oldu, Can dostum Enkidu Balçık oldu,

Ve ben de onun gibi, bir daha asla kendime gelmemek üzere,

Kara toprağa karışacak değil miyim?" 

Gılgamış yine seslendi Utanapişti'ye;

"Bari dedim kendi kendime, gidip bulayım,

Herkesin dilindeki, O Uzaktaki Utanapişti'yi,

Bu yüzden gitmediğim, dolaşmadığım yer kalmadı,

Aştım en aşılmaz dağları ve aştım tüm Denizleri,

Unuttum nedir dinlendirici uyku, bitkin düştüm uykusuzluktan (ilim arayışından),

Kollarım sızım sızım sızlıyor yorgunluktan,

Ve ne geçti elime bütün bunlardan?

Daha Meyhaneci Kadına ulaşmadan eskiyip paralandı Giysilerim,

Ayılar, sırtlanlar, aslanlar, panterler,

Kaplanlar, geyikler ve bir sürü vahşi hayvan öldürdüm,

Etlerini yemek ve postlarını giymek için,

Kaygının kapısı ziftle, katranla kapatılabilseydi keşke,

Ama Kader rahat yüzü göstermedi bana,

Felaketlere saldı ben zavallıyı."

Utanapişti şöyle dedi Gılgamış'a,

"Ey Gılgamış, niçin abartıyorsun mutsuzluğunu?

Seni tanrılar Tanrı İnsan cevherinden yarattılar,

Sana babanmış, ananmış gibi davrandılar,

( Mademki tanrılaşmış atalarımızdan söz ediyoruz, sözü kısa bir süre Kuran’a taşıyacağım. Kuran pek çok ayetinde atalar dinini eleştirir ama bir ayetinde şöyle der; 

" Haccı tamamladığınızda O İlah’ı hatırlayın, tıpkı atalarınızı hatırladığınız gibi, hâttâ daha da güçlü bir hatırlayışla. Bakara 2/200." 
Atalar dininde kalmakla Atalar dinini bilmek arasında önemli bir fark var ve biz bunları birbirine bağlamayı bir türlü beceremiyoruz. Rahmanı Rahime, geçmişi geleceğe bağlayamıyoruz. Ya Orada kalıyoruz, ya da Burada.)

Ey Gılgamış delirdin mi sen?

Tanrılar kendi kurullarında bir taht bağışladılar sana,

Çökeleği kaymak, yongaları yiyecek sanabilir bir deli,

Takınabilir boyun atkısı zannederek Yuları,

Bilmez ayırt etmesini iyiyi kötüden, yoksundur sağduyudan,

Düşün bunları Ey Gılgamış.

Yirmi satır kırık, okunamıyor..

Ne geçti eline kendini böyle perişan etmekle?

Eriyip bitersin böyle üzüm üzüm üzülmekle,

Kolların sızım sızım sızlar yorgunluktan,

Ve yaklaşırsın kaçınılmaz sona,

Kamışlıktaki bir kamış gibi kırılacaktır insanlık,

Ölüm alıp götürür delikanlıların en yiğidini,

Genç kızların en güzelini,

Ölüm,

Kimsenin yüzünü görmediği,

Kimsenin sesini duymadığı,

Ve kimsenin fark etmediği zalim Ölüm,

Yok eder insanları,

Ebediyen var olacak evler inşa ediyor muyuz?

Sonsuza dek geçerli sözleşmeler imzalıyor muyuz?

Ebediyen pay edilir mi bir miras?

Sonsuza dek sürüp gidebilir mi bir kin?

Irmak taşar mı sonsuza dek?

Birdenbire hiçbir şey kalmaz geriye

Akarsuya karışan su sineklerinden,

Güneşi gören yüzlerden, uyuyan da birdir ölen de,

Asla tanımlanmadı Ölüm,

Yaratıldığından bu yana tutsağıdır onun insanoğlu,

Yüce Tanrılar bir araya geldiklerinde,

Kader tanrıçası Mammetum,

Onlarla birlikte belirledi insanların akıbetini,

Hayat da, ölüm de bize onlardan vergi,

Ve biz bilemeyiz ne zaman öleceğimizi."


( Destan bu bölümde en duygusal kelimelerle ve beyinlere kazımak istercesine sürekli ölümden söz ediyor, neden? 

Ölüm korkusunun eğitim seviyesiyle doğru orantılı olarak artıp eksildiği yönündeki tespitler doğruysa, Destanın geri kalmış toplumlara ölümü tanıtmak istediği düşünülebilir. Eğer destanın amacı gerçekten buysa, Safa Kaçmaz’ın “Yaratılış insanın eşyayı tanımlamasıdır” sözü ile Kuran’ın “Yaşadığınız ölümü belirleyen biziz. Vakıa 56/60” sözü aynı noktada buluşuyor demektir.)

(Onuncu tabletin sonu)


ON BİRİNCİ TABLET (Bottero çevirisi)


Gılgamış şöyle dedi Uzaktaki Utanapişti'ye;

"Sana bakıyorum da Utanapişti, hiç de farklı görünmüyorsun benden, bana benziyorsun,

Tek farkımız şu, savaşacak yürek yok artık sende,

Yan gelip yatmaktan başka bir şey yaptığın yok,


( Bu okuduklarımız gerçekten yaşanmış olaylar değil. Sadece insanın yaşadığı olayları kullanarak bilgelik aktarmayı hedefleyen felsefi bir konuşma metni izliyoruz. Nedeni şu ki, Gılgamış’ın Krallık ettiği yıllarda Utanapişti öleli yüz yıllar, belki de bin yıllar olmuştu. Şimdi biz Gılgamış’ı nasıl sadece bir bilge olarak hayal ediyorsak, Gılgamış da kendi zamanlarında Utanapiştiyi sadece bir bilge olarak hayal ediyordu. Yukarıdaki satırlara gelince, üç bilgi içeriyor. 1.Tanrının insan olduğunu, 2. Utanapişti’nin fiziksel olarak ölmüş olduğunu, 3. Nefsini kontrol altına alan bir bilgenin savaş ve şiddetten uzak durduğunu.)

Söyle bana, nasıl oldu da Tanrılar Meclisine katıldın,

Ve buldun ölümsüz hayatın anlamını?"

Bunun üzerine Utanapişti şöyle dedi Gılgamış'a;

"Sana bir sır açacağım Gılgamış, Tanrıların bir sırrını açacağım sana,

Fırat'ın kıyısına kurulmuş Şurrupak Kentini bilirsin,

Hani şu Tanrıların toplandığı  Eski Kent,

İşte orada Tufan'ı kışkırtmak hevesine kapılmıştı Yüce Tanrılar,

Ataları Anu, Danışmanları Kurnaz Enlil,

Yardımcıları Ninurta ve Ustabaşları Ennugi idi,

Ama onlarla birlikte yemin ettiği halde,

Tanrı Enki, kamıştan çite açıkladı sırrı,

Kamış çit, kamış çit!

Duvar, duvar!

Dinle kamış çit, unutma duvar!

( Yazarın notu: "O dönemde evlerin duvarı çamurla sıvanmış kamış çitlerden yapılırdı ve Utanapişti böyle kamış duvardan yapılmış evininin içindeydi. Tanrı Enki, Enlil tarafından karar verilen bu Tufan'ı kimseye söylemeyeceğine yemin ettiği için Utanapişti’ye doğrudan söyleyemiyor, kamış duvara söyleyerek duyuruyor." )


( Dilimizdeki "duvara söylemek / dediğini dinletememek" deyimi o günlerden kalmış olmalıdır. )

Ey Şurrupak Kralı UbarTutu'nun Oğlu,

( Yazarın notu: "Ubar Tutu, "Tanrı Tutu'nun koruduğu” demektir. Sümer Krallar Listesine göre, Tufandan hemen önce Şurrupak Kentinin Kralı Ubar Tutu’dur ve aynı zamanda tüm Sümer Ülkesinin Kralıdır. Tanrıların Tufan toplantısı bu nedenle Şurrupak Kentinde düzenlenmiştir ve Utanapişti, Ubar Tutu’nun oğludur." )

Yık evini de Bir Gemi yap kendine,

( Bir cümle, işte sadece bir cümle nasıl değiştiriyor her şeyi? Yukarıdaki satırlar bir gemiden değil, hayatta kendimize seçeceğimiz bir yoldan söz ediyor. 
Bu gemi, herkesin kendisi ve çocukları için inşa ettiği kişisel bir inanç gemisi.)

Yüz çevir dünya nimetlerinden,

( Okuduğumuz metin Asurlular dönemine aittir. Babillilerin anlattığı Atrahasis efsanesinde bu cümle şöyle ifade edilmiş; “Evi bırak, bir gemi yap. Mallarını koru, hayatını kurtar.” Bu cümledeki “mallarını koru” ifadesi, “çoluk çocuğunu cehennem ateşinden uzak tut” anlamındadır. Aksi olsaydı, hemen öncesinde "Evi bırak" denmez 
ve az sonra göreceğiniz gibi kendi sarayını kayıkçıya terk etmezdi.

İstiyorsan eğer hayatını kurtarmak,

Birlikte bin gemiye hayvanların her türlüsüyle,

( Cümlenin anlamı şu; "Seçeceğin yolda, her türlü insanla hayatı paylaşmak zorunda olduğunu unutma." Eski toplumlar kendilerini diğer toplumlardan ayırmak için hayvanları sembol edinir ve onlara verdikleri isimlerle anılırlarmış. Bugün pek çok insanın Aslan, Kaplan, Kurt, Karaca, Kartal, Atmaca, Şahin gibi soyadları taşıması bu tarihsel geleneğin bir sonucudur. Araştırmacı 
Safa Kaçmaz'ın çalışmaları bunu açık olarak ortaya koyuyor. )

Yapacağın geminin eni boyuna eşit olsun,

( Hep aynı kanadını çırparak uçmaya çalışma, hep aynı taraftaki küreği çekerek yüzmeye çalışma, yol alamazsın. İki kanadını birden çırp, iki küreği birden çek, hem bu yaşam için çalış, hem gelecek sonsuz yaşam için.)

Üstünü örten çatı Apsu'nunki gibi olsun,


( Bu satır Babil Tufanı Atarharis'de şöyledir; "Onun tavanı deniz derinliği gibi olsun, Öyle ki, güneş girmesin içine." Gerek Sümer kültüründe, gerek Antik Mısır kültüründe güneş iki halde tasavvur edilirdi; Gündüz güneşi ve Gece güneşi. Gündüz güneşi dünyayı, Gece güneşi ölümden sonraki dünyayı aydınlatırdı. Burada anlatılmak istenen; Bu dünyanın gelecek dünyayı karartmasına izin verme, yanlışı doğruya, haramı helala karıştırma, türünden bir tavsiyedir. )

Ne dediğini anlayınca şöyle dedim efendim Enki'ye;

Kendimi bu işe vereceğim, emrini yerine getireceğim,

Ama sorarlarsa ne diyeceğim Kent halkına, Yaşlılara?

( O güne kadar Tanrıların sürdürdüğü peygamberlik görevini ilk defa bir insan üstleniyordu ve bizim Nuh olarak tanıdığımız Utanapişti bu nedenle toplumsal tepkiden endişeliydi.)

Bunun üzerine açtı ağzını Enki ve şöyle dedi ben hizmetkârına;

Ey Efendi, şöyle söylersin onlara;

Korkarım, Enlil adamakıllı öfkelendi bana,

( Bu cümle Babil Tufanı Atarharis'de şöyledir; "Benim tanrımla sizin tanrınız uyuşamıyor, Enki ve Enlil birbiriyle devamlı kavgalılar." )


Bu yüzden duramam artık ne sizin kentinizde, ne Enlil'in ülkesinde,

Artık Apsu'ya inip Efendim Enki’nin yanında kalacağım, 


( Yazar Kuran'ı ve Ortadoğu kültürünü tanımadığı için Apsu denen tatlı su denizine anlam verememiş ve Sümerlerin yerin altında suyu tatlı olan bir denize inandıklarını düşünmüş. Bu doğru değil. Apsu, ölüp dirildikten sonra yaşayacağımız ölümsüz hayat denizi ve ona inananların hayat anlayışıdır.)
  
İşte o zaman Enlil bolluğa boğacak sizleri,

( Dikkat edin, suya sele değil, bolluğa.!)

Kuşlar, balıklar yağacak üzerinize, hasatınız bol olacak,

( Bu kuşlar ve balıklar, yukarıda söz ettiğimiz farklı toplumlardır. Tarihi veriler onların Kuzeyden gelen Akad göç dalgası olduğunu gösteriyor.)

Sabahları ekmek, akşamları peynir yağacak üzerinize.

Tanyeri ağardığında toplandı çevreme Ülkenin tüm ahalisi,

Dülgerler Baltalarıyla, Kamış ustaları Taş tokmaklarıyla geldiler,


( Gemi için yeteri kadar usta ve işçinin gelmesi yetmiyor muydu, niçin tüm ahali toplanıyor? Çünkü bir Gemi yapımı söz konusu değildir ve bu sıradan bir gündür. Utanapişti bir Prenstir ve halk günlük işler için emir almak üzere toplanıyor.)

Zenginler Zift (haram), Yoksullar emek (helal) getiriyordu,

Beşinci günün sonunda,

Geminin Omurgasını Bir İku (tanrı inancı) üzerine oturttum,

(İku, 60x60=3600 mt2 olan bir alan ölçüsüdür. Burada, biri dünya diğeri ahiret olmak üzere yan yana gelen iki tanrısal 60 sayısının oluşturduğu iki hayatı anlatıyor. )

Suyun altındaki kısmı Bir Ninda (6 mt.), suyun üstündeki kısmı Dört Ninda (24 mt.) idi,

Sonra içini düzenledim,

Geminin altını ve üstünü Yedi bölmeye ayırdım,

( Yedi kat yer ve Yedi kat gök inancından söz ediliyor.)

Ambarını dokuz bölmeli yaptım,

(Ambar yiyecek deposudur ve insan gırtlağı dokuz boğumdur. Üflemeli sazlardan Ney bu nedenle dokuz boğum yapılır. Bunun tasavvuftaki anlamı şöyledir; Sekiz düşün, bir konuş.)

Ortasına Su Takozları çaktım,


( Lansberger ve Bottero, gerçekten bir gemi inşa edildiğini düşündükleri için bu su kazıklarını anlayamamışlar. Şimdi Su ve Kazık kelimelerini ayrı ayrı inceleyeceğiz. Gılgamış Destanında iki ayrı Su var; biri Tatlı Su, diğeri Ölüm Suyu. Tatlı Su; Ölümsüz hayatı ve Cenneti anlatıyor. Ölüm suyu ise ihtiraslarla ve günahlarla dolu dünya hayatını anlatıyor. Bu anlatımın, biri tatlı diğeri acı iki sudan söz eden Furkan 25/53 ve Fatır 35/12 ayetleri ile Kuran’a da yansıdığını görüyoruz. 
Kazık; Hayvanların ipini bağlamak için toprağa çakılan ağaç veya demir kazıklardır. Bir şeyi tutmaya, sabitlemeye yarar. Bu kelime Kuran’a Sad 38/12 ve Fecr 89/10 ayetleriyle yansıyor. Bu ayetlerde firavunun bilge danışmanları, günümüz tabiriyle toplum mühendisleri anlamında kullanılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, Utanapişti Kayıkçıya güvenmediği için sisteme ayrıca doğruyu gösteren ve Ölüm Suyu konusunda uyaran bilge danışmanlar ilave ediyor. )

Sonra uzun sırıklar getirttim ve donanımı yerleştirdim,

( Dalları budakları temizlenmiş ve uçları sivriltilmiş bu sırıklar temel ahlaki değerler ve şeriat dediğimiz hukuk olmalıdır. )

Kazana Üç Şar Zift (haram) doldurdum,

Bir o kadar Katran (günah) verdi bu,


( Katran  suç ve günahla eşitlendiği içindir ki, eski zamanlarda suçluların yüzüne katran sürülüp gezdirilerek cezalandırılırmış. Yüzü kararmak ve yüzü kara çıkmak deyimleri bu cezadan kalan izlerdir.)

Yük taşıyıcılar taşıdı bu Üç Şar Zifti (haramı),

( Bu taşıyıcıların Taştan İnsanlar olması muhtemeldir.)


Bir Şar kalafatlamada (harama karşı sadaka olarak) kullanıldı ,

İki Şar Kayıkçıda (din adamında) kaldı,


( Kayığı sürene Kayıkçı, gemiyi sürene Gemi Kaptanı, Ahiret Gemisini sürene de Din Adamı derler. Hala anlamadınız mı haram ziftin üçte ikisinin hangi Kayıkçıda kaldığını? Kuran bu gerçeği daha sert bir dille açıklar; 
"Ey iman edenler, âlimlerden ve din adamlarından çoğu insanların sırtından geçinir ve O İlah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da O İlah yolunda harcamayanlara acı verici bir cezayı haber ver. O topladıkları cehennem ateşinde kızgın kor olup önlerinden yanlarından ve arkalarından dağlarken denir ki; İşte topladığınız servet, artık çıkarın tadını. Tevbe 9/34-35.")

Sığırlar kestirdim Ustalar için, koyunlar boğazlattım her gün,

Halis bira, zeytinyağı ve şarap tükettiler,

Sanki Nevruz bayramı idi kutladıkları,

Ve ben akşam olunca yıkanıp arındım,

Yedinci günün akşamı Gemi tamamlanmıştı,

Ama gemiyi suya indirmek çok zor oldu,

Aşağıdaki ve yukarıdaki Safralar yer değiştirdi durdu,

( Haram helal arasında din ve taraf değiştirenlerden söz ediliyor.)

Ta ki geminin üçte ikisi Suya gömülünceye kadar,

( İlk suya indirildiğinde geminin beşte biri su içindeydi, demek ki inançlar zaman ve sabırla olgunlaşıp ağırlaşıyor.?)


Ertesi gün neyim varsa, ne kadar gümüşüm varsa hepsini yükledim gemiye,

( Ne kadar gümüşüm varsa hepsini yoksullara dağıtarak Ahiret Gemisine yükledim.)

Ne kadar altınım varsa hepsini yükledim gemiye,

( Ne kadar altınım varsa hepsini yoksullara dağıtarak Ahiret Gemisine yükledim.)

Hayvanlarımın hepsini, ailemi, tüm Ev Halkını Gemiye bindirdim,


( Utanapişti'nin "Ev Halkı", daha sonraki Tek Tanrılı Dinlerde "Ehli Beyt" adını alacaktır.)

Ayrıca vahşi hayvanların her birini ve bütün ustaları Gemiye aldım,

Şamaş'ın; Seher vakti ekmek, akşam vakti buğday yağdırdığımda,

Gemiye bin ve ambarın kapağını sımsıkı kapat, dediği an gelip çatmıştı,

Seher vakti ekmek, akşam vakti buğday yağdığında havayı gözledim,

Korkutucuydu görünüşü, Geminin ambarına indim ve sımsıkı kapattım kapağını hemen,

( Haram lokma girmesin diye..)

Gemiyi su geçirmez yapan Kayıkçı Puzur Amurru'ya Sarayımı armağan ettim her şeyiyle,


( Kayıkçı haramın üçte birini sadaka etmiş, üçte ikisini kendine ayırmıştı, şimdi de Utanapişti'nin armağan ettiği sarayı aldı. Evet ama, nasıl bir ilgi var topladığı haramlarla su geçirmezlik işi arasında? Cevabı basit; Kayıkçı, ölüm suyu denen haramı alarak gemidekilerin temiz kalmasını sağlıyor. )

Tanyeri ağardığında bir kara bulut yükseldi ufuktan,

Gürlüyordu Adad kara bulut içinde,


(Adad; Anu, Enlil, Enki, Sin ve Şamaştan sonra gelen 6. Tanrıdır. Tarım, yağmur, ürün, matematik, sayı gibi konulardan sorumludur. Halen kullandığımız “adet/tane” sözcüğü de Onun isminden geliyormuş. Öyle anlaşılıyor ki Tanrılar hesaplı kitaplı bir iş yapıyorlar.)

Dere tepe aşarak önden gidiyordu Tanrısal haberciler Şullat ve Haniş,

(Yazar bu iki ismin 2. derece tanrılar olduklarını ve şimşek, yıldırım taşımakla sorumlu olduklarını bildiriyor.)

Nergal açtı göğün kapaklarını ve Ninurta taşırdı yerin sularını,

(Nergal Cehennem Tanrısı, Ninurta Savaş Tanrısıdır. Bu durum bir göçe ve bu sırada yaşanan toplumsal kargaşaya benziyor.)

Cehennem tanrıları meşaleleriyle tüm ülkeyi tutuştururken,


( Cehennem tanrıları Anunnakilerdir, yani yerin Krallarıdır.)

Adad'ın (hesabın) ölüm sessizliği bürüdü Göğü, 

Işıyan her şeyi karartarak,

Bir çömlek gibi paramparça ettiler ülkeyi.

İlk gün kudurmuş gibi esti fırtına,


Ve dehşetli bir kargaşa çöktü İnsanların üstüne, 

Göz gözü görmüyordu, 

Oluk oluk akan bu sularda,

Kalabalıklar görülmez etti Gökleri,

Bu Tufandan dehşete düşen Tanrılar,

Kaçıp Göğün en tepesine tırmandılar,

Köpekler gibi tortop olmuşlardı orada,

Ve yere çömelmişlerdi doğuran bir kadın gibi,

Bağırıyordu Tanrıça güzel sesli Belit, sızlanıyor ve şöyle diyordu;

Ah, Tanrılar Meclisi'ne bu felaketi buyurduğum O gün asla var olmasaydı keşke,

Nasıl oldu da böyle bir kıyıma karar verebildim insanları yok etmek için,

Getirmez olaydım keşke dünyaya İnsanlarımı,

Denizi balıklar gibi doldursunlar diye,

Ve Tanrıların En Yüceleri de Onunla birlikte sızlanıyorlardı.

Bitkindi tüm tanrılar, ağlıyorlardı üzüntüden,

Dudakları kavrulmuştu susuzluktan ve kaygılıydılar,

( Bu nasıl bir Tufan, aşağıyı sel götürüyor ama yukarıda Tanrılar susuzluktan kırılıyor?)

Altı gün ve yedi gece boyunca yeryüzünü kasıp kavurdu,

Boralar, Şiddetli Yağmurlar, Kasırgalar ve Tufan.

Yedinci gün, gün ağarınca dindi Fırtına, Tufan ve Kıyım,

Kasırga ve Fırtına dinince, Deniz duruldu doğuran bir kadın gibi,

Çevreme baktım, sessizlik hüküm sürüyordu,

Balçığa dönüşmüştü bütün insanlar,

Ve denizin üstü, bir taraça dam gibiydi,

Bir hava deliğini açtığımda, serin bir hava çarptı yüzüme,

Diz çöktüm ve ağladım sessizce, gözyaşlarım yanaklarıma akıyordu,

Sonra kıyılara baktım, Ufukta, Yüz metre kadar ileride,

Bir kara parçası görünüyordu, Nissir (Bolluk) Dağı idi bu, 


(Nissir kelimesi Kuran'a "Cud" olarak yansımıştır ve bolluk demektir.)

Gemi o dağa oturmuştu, Nissir (Bolluk) gemiyi alıkoydu yolundan,

Birinci gün ve ikinci gün, Nissir 
(Bolluk) gemiyi alıkoydu yolundan, 

Üçüncü ve dördüncü gün, Nissir 
(Bolluk) gemiyi alıkoydu yolundan, 

Beşinci ve altıncı gün, Nissir 
(Bolluk) gemiyi alıkoydu yolundan, 

Yedinci gün bir Güvercin salıverdim, Güvercin uçtu gitti,

Sonra geri geldi, konacak bir yer bulamadığı için,

Sonra bir Kırlangıç salıverdim. Kırlangıç uçtu gitti,


( Güvercin yerleşik halktan birini, Kırlangıç göçerlerden birini temsil ediyor. Fakat ikisi de seçicidir ve inançlarına uygun bir yaşama ortamı bulamıyorlar.)

Ama geri geldi konacak bir yer bulamadığı için,

Sonra bir karga salıverdim, Karga uçtu gitti,

Ama suların çekilmiş olduğunu görünce, yemeğe koyuldu ne bulduysa,


( Karga kuşların en zekilerindendir, fakat seçici değildir, ne bulursa yer.)

Gak gak öttü, pıskırdı, ama geri dönmedi artık,

Bunun üzerine her şeyi dört bir yana savurdum,

Ve bir yemek şöleni hazırladım tanrılara,

Dağın doruğunda bir sofra kurdum,

Her bir yana Yedi şarap küpü yerleştirdim,

Ve bu küplerin gerisindeki buhurdanlara,

Güzel kokulu kamış, sedir ve mersin ağacı yaprağı doldurdum,

Tanrılar güzel kokuyu alınca sinekler gibi üşüştüler sofranın başına,


(Hz. Muhammet'in hadislerinden öğrendiğimiz kadarıyla, güzel koku imanı ve iyi ahlakı sembolize ediyor.)

Ama gelir gelmez Yüce Tanrıça havada salladı,

Anu'nun sevdalıyken kendine hediye ettiği,

İri sinekler (bilge evlatlar, bilge insanlar) dizili gerdanlığını,

Ey burada hazır bulunan Tanrılar, diye bağırdı;

"Asla unutmayacağım gerdanlığımın bu lacivert taşlarını,

Asla unutmayacağım bu uğursuz günleri,

Hiç çıkmayacak onlar belleğimden,

Diğer Tanrılar gelip bu şölene katılabilir ama Enlil asla gelmemelidir,

Çünkü önünü ardını düşünmeden karar verdi Tufan'a,

Ve insanlarımı attı ölümün kucağına."

Ama Enlil gelir gelmez gördü Gemiyi (inancı),

Büyük bir öfkeye kapıldı ve ateş püskürdü Tanrılara;

"Demek ki kurtulan biri var, oysa tek bir can bile kurtulmamalıydı bu felaket'ten."

Bunun üzerine Ninurta açtı ağzını söze başladı ve şöyle dedi Kurnaz Enlil'e;

Enki'den başka kim yapabilir böyle bir şeyi, sadece Enki bilir her şeyi yapmayı.

Enki açtı ağzını söze başladı ve şöyle dedi Kurnaz Enlil'e;

"Sen ki en Bilgesi, en Kurnazısın Tanrıların,

Nasıl olur da önünü ardını düşünmeden karar vermiş olabilirsin Tufan'a?

Suçlu kimse onu cezalandır, suçun cezasını suçlu çeksin,

Ya da öldüreceğine bağışla onları, yok etmeye kalkışma, acı onlara,

Keşke aslanlar öldürseydi de İnsanları, bu Tufan olmasaydı,

Keşke kurtlar öldürseydi de İnsanları, bu Tufan olmasaydı,

Keşke açlıktan ölseydi de İnsanlar, bu Tufan olmasaydı,

Keşke salgın hastalıktan ölseydi de İnsanlar, bu Tufan olmasaydı,

Ben açıklamadım Yüce Tanrıların sırrını, Yüce Bilge'ye bir rüya gördürdüm sadece,

Öğrenmiş oldu bu sırrı böylece, şimdi sizin kararınıza bağlıdır Onun kaderi."

Bunun üzerine Enlil Gemiye çıktı, elimden tutarak beni de gemiye çıkardı,

Sonra karımı da çıkartarak yanında diz çöktürdü,

İkimizin arasında durarak elini alnımıza değdirdi ve şu sözlerle kutsadı bizi;

"Utanapişti, ölümlü bir yaratıktı şimdiye kadar,

Bundan böyle O ve karısı, biz Tanrılar gibi ölümsüz olacaktır,

Ama uzakta, Irmakların Ağzı'nda yaşayacaklar."


( Cümlenin anlamı: "Bizim gibi ölümsüz olacaklar ama bu dünyada değil! Bu dünyada ölecekler ve Uzaktaki Irmakların, yani ölüp dirildikten sonraki sonsuz hayatta yaşayacaklar.")

Bunun üzerine Tanrılar bizi aldı (öldürdü),

Ve uzakta yaşamak üzere Irmakların Ağzı’na yerleştirdiler,


("Irmakların ağzı" sözünü Berzah olarak da anlamak mümkün.)

Şimdi Ey Gılgamış, kim yeniden bir araya toplayacak Tanrıları senin için,

Aradığın Ölümsüzlüğe kavuşasın diye?

İstersen, altı gün ve yedi gece Gözünü kırpmadan uyumamayı dene de gör.

Ama Gılgamış çömelir çömelmez Uyku bir Sis gibi bastırdı onu,

Ve Utanapişti şöyle dedi karısına;

Ölümsüzlüğü kavuşmaya kalkışan şu Efendiye bak!

Uyku birdenbire bir Sis gibi sarmaladı onu,

( Bu Sis Enuma Eliş Destanında karşılaştığımız Sis olmalıdır.)

Karısı şöyle dedi Uzaktaki Utanapişti'ye;

"Sarsala bu adamı da Uyansın ve yola koyulsun henüz Sağ iken,

Kent kapısından geçip Ülkesine (ahiret yurduna) dönsün."

Ama Uzaktaki Utanapişti şöyle dedi karısına;

"İnsanlar şüphecidir, uyandığında sana inanmayacaktır,

Bu nedenle onun günlük ekmeğini pişir de başucuna koy,

Ve Uyuduğu günleri göstermek için de duvara çentik at."

Böylece karısı ona her gün ekmek pişirdi ve başucuna koydu

Uyuduğu günleri göstermek için duvara çentik attı,

İlk somun sertleşti,

İkincisi küflendi,

Üçüncüsü nemli kaldı,

Dördüncüsünün kabuğu ağardı,

Beşincisi benek benek pamuklandı,

Altıncısı bayatladı,

Yedincisi pişirilmek üzereyken,

Gılgamış'ı dürterek uyandırdı,

Ve Gılgamış şöyle dedi Uzaktaki Utanapişti'ye;

"Tam uyuyacakken dürtüp uyandırdın beni."

Ama Uzaktaki Utanapişti şöyle dedi Gılgamış'a;

"Say Gılgamış, şu somunları say da kaç gün uyuduğunu ispatlayayım sana;

Birincisi Sertleşti,

İkincisi küflendi,

Üçüncüsü nemli,

Dördüncüsünün kabuğu ağarmış,

Beşincisi benek benek,

Altıncısı bayatlamış,

Ve yedincisi pişirilmek üzereyken dürterek uyandırdım seni."


(Utanapişti şunu diyor; Uyurken günlerin geçtiğini nasıl farkında olmadıysan, her şeyin bozulduğunu ve yerine tazesinin geldiğini nasıl göremediysen, bu öldüğünde de böyle olur. Uyandığında taptaze sıcak bir ekmekle karşılaşırsın ve O cennettir. Uyku bir ölümdür ve ölüm de bir uykudur.)
  
Bunun üzerine Gılgamış şöyle dedi Uzaktaki Utanapişti'ye;

"Ben ne yapacağım Utanapişti, nereye gideceğim şimdi?

Adam Kaçıran (gaflet uykusu) bana da hükmediyor demek ki,

Ölüm yatak adama çöreklenmiş, nereye adım atsam Ölüm."

Utanapişti ona, Kayıkçı Urşanabi'ye şöyle dedi:

"Urşanabi, bu limanda barınamazsın artık,

Bu iki kıyı arasında işleyen gemi senden nefret ediyor,

Sen ki bu kıyılara gelip gidensin, vazgeç artık bundan,


( Bu satırların tercümesini Kayıkçıların, yani din adamlarının yapması daha doğru olur. Ancak şu kadarını söyleyeyim, Din görünümündeki Bilimin kendini yenilediği bir zamanı okuyor olabiliriz. )

Buraya kadar getirdiğin bu adamın,

Karmakarışık saçları yüzünden güzel olduğu fark edilmiyor.

Sırtındaki hayvan postu (deri/beşer) bedeninin güzelliğini göstermiyor,

Düş önüne de arınmaya götür onu,

Birbirine karışmış saçlarını bir güzel yıkasın,

Sırtındaki postu (deri/beşer) denize atsın, bedeninin güzelliği ortaya çıksın,

Alnına yeni bir saç bağı dolasın,

Ve ona yakışan bir Giysiye (insanlık) bürünsün,

Yurduna (cennete/sonsuz hayata) giden Yolun (dünya hayatının) sonuna varıncaya dek,

Giysileri eskimesin, yepyeni kalsın."

Bu sözler üzerine, Urşanabi arınmaya götürdü onu,

Karmakarışık saçlarını bir güzel yıkadı, sırtındaki postu (deriyi /çirkin huyları) denize attı,

Ve vücudunun güzelliği ortaya çıktı,

Alnına yeni bir Saç Bağı doladı,

Ona yakışan bir Giysiye büründü,

Yurduna giden Yolun sonuna varıncaya dek Giysisi yepyeni kaldı.

Gılgamış ve Urşanabi suya indirdikleri Gemiye bindiler,

O sırada karısı şöyle dedi Uzaktaki Utanapişti'ye;

"Mademki Gılgamış yorgun argın buraya kadar geldi,

Ona bir şey vermeyecek misin Ülkesine dönerken?" 

Bu sözler üzerine Gılgamış Bir Sırık yardımıyla Gemiyi yanaştırdı kıyıya,


( Evet ama, Gılgamış ölüm suyunu geçerken bütün sırıkları kullanmıştı, sırık kalmamıştı, nereden buldu bu sırığı? Anlıyorsunuz ki o sırıklar insani sıfatlardır. Gılgamış onları budayıp doğrultarak kontrol altına almış ve kendine mal etmiştir.)

Ve Utanapişti şöyle dedi ona;

"Gılgamış, buraya kadar yorgun argın geldin, ne vereyim sana Ülkene dönmek üzereyken?

Bir sır açacağım sana, Tanrıların bir sırrını söyleyeceğim,

Bir Ot var ki, kökleri Tekedikeni'nin köklerine benzer,

Ve dikenleri Böğürtlen dikeni gibidir, dokunanın ellerine batar,

Ama onu ele geçirebilirsen ölümsüz hayata kavuşursun."


Bunu duyan Gılgamış derin bir Çukur kazdı,

( Gılgamış bu ilim çukurlarını Huvava’yı bulmaya giderken de açmıştı.)


Ayaklarına ağır taşlar bağlayıp Çukura indi.

Bitkiyi bulduğu Denizin dibine batırdı onu bu taşlar,

Ve dikenleri ellerine battı Ot’un,

Ama Gılgamış Otu koparmayı başardı,

Sonra ayaklarını ağır taşlardan kurtarınca Deniz kıyıya attı onu.

Ve Gılgamış şöyle dedi Kayıkçı Urşanabi'ye;

"İşte Ölüm korkusunu gideren Ot, Onun sayesinde ölümden dirilebiliyor insan,

Ağıllı Uruk'a götürüp deneyeceğim orada, Ölü birine vereceğim Yesin diye,

Çünkü, Ölüleri Dirilten Otu’dur, onun adı,

Ben de yiyeceğim ondan Ölümsüzlüğe kavuşmak için."

Yirmi Beru (200 km.) yürüdükten sonra azık yediler,

Otuz Beru (300 km.) yürüdükten sonra konakladılar,

Ama serin bir gölet gören Gılgamış atladı suya,

Ve Otun kokusunu alan bir yılan gizlice çıktı yuvasından,

Ve bitkiyi kapar kapmaz attı derisini (beşer derisini),

Bunun üzerine Gılgamış oturup ağladı,

Yanaklarına akıyordu gözyaşları,

Tutup Kayıkçı Urşanabi'nin elinden şöyle dedi ona;

"Kimin için yoruldu kollarım, kimin uğruna kanadı kalbim?

Bir iyiliğim dokunmadı kendime, Toprağın Aslanına kaptırdım otu,

Şimdi Yirmi Beru (200 km.) yükseldi denizin suyu,

Çukuru kazarken çıkardığım taşları akıntı götürdü,

Şimdi nasıl bulurum Ot’un yerini,

Gemiyi de kıyıda bıraktım ve ondan çok uzaktayım artık?"


( Bu satırları ilk okuduğumda önce Gılgamış adına, sonra da kendi adıma çok üzülmüştüm. Sonra anladım ki, ölümsüzlük otunu kapan yılan Gılgamış'ın kendi nefsidir ve Gılgamış için üzülmeye gerek yoktur. Çünkü o kendini yenilemeyi ve ölümün geçici bir uyku olduğunu anlamayı başarabilmişti. Döktüğü gözyaşları kendi için değil benim içindi, ben asıl kendim için üzülmeliyim. Ölümsüzlük denizinden çok uzaklardayım ve ölüm suyunu geçtiğim geminin kürekleri yeterince uzun değil. )    
Yirmi Beru (200 km.) yürüdükten sonra azık yediler,

Otuz Beru (300 km.) yürüdükten sonra konakladılar,

Ve sonunda Ağıllı Uruk'a vardılar,

Gılgamış şöyle dedi Kayıkçı Urşanabi'ye;

Çıkıp Uruk surlarına bir dolaş,

Dikkatlice bak, gözden geçir temellerini,

Bütün bunlar Pişmiş Kerpiçten yapılmış değil mi?

( Haklısın Gılgamış, gerçekten Pişmiş Kerpiçten yapılmış bu temeller. O Pişmiş kerpiçlerden sonuncusu Muhammet’ti ve Kamil İnsan dediğin Pişmiş bir Kerpiçtir. Ve Arkeoloji kerpice bakar, Felsefe ne denli Pişmiş olduğuna..?)

Yedi Bilge tarafından atılmış değil mi temelleri?

( Haklısın Gılgamış, O Yedi Bilgenin Altısı Tanrılardı, Yedincisi ise onların eğittiği insandır. Boşuna Yedi Bilge aramayın, çünkü yok. Altı Tanrıya eklenmeyi başarabilen her insan Yedinci Bilgeyi oluşturur ve Yedi Bilgelerin sayısı bilinmez. )

Bir Şar Kent alanı, bir o kadarlık bahçeler,

Ve bir o kadar işlenmemiş toprağı kaplıyor İştar Tapınağı,

İştar'a (Aşka ve Savaşa) özgüdür bu tapınak,

Göz alabildiğine Üç Şar,

Üstünde Uruk' un yükseldiği toprak.

(On birinci tabletin ve Gılgamış Destanının sonu)


***



GILGAMIŞ DESTANI / Prof. Benno Landsberger çevirisi

BİRİNCİ TABLET (Landsberger çevirisi)

Yerin dibindeki suyun kaynağını görenin öyküsünü dinle, yurdum!
Dünyada her şeyi bilen adamın adını ünlendireyim:
Onun görmediği hiçbir şey yoktur.
Dünyanın bütün bilgeliklerini bilip,
Torunlarına bırakan bir adamdır.
Gizleri görüp bunların perdesini yırtan bir adamdır.
Tufandan önce olanın haberini getirdi.
Uzun yoldan gelip yorgun düştü; ama gücünü yitirmedi.
Bütün çektiklerini bir anıt taşına kazıdı.
Uruk’un dört bir yanına duvar çektirdi.
Kutsal E-anna’nın (3) ve temiz hazinenin duvarına bak!

(3) Savaş ve aşk tanrıçası İştar’ın tapınağı.

O duvar, didilmiş yünden örülen bir urgan gibidir.
Onun köşe burçlarını da gözden geçir!
Onun eşini hiç kimse yapamaz.
Ta öteden beri orada duran taş merdivenden yol alıp
İştar’ın oturduğu E-anna tapınağına yaklaş!
Sonradan gelen hiçbir kral onun eşini yapmadı.
Uruk duvarının üstüne çık! İleri yürü!
Temeli gözden geçir! Tuğla duvarı incele.
Acaba bunun tuğlaları pişmiş (4) değil midir?

(4) Pişmiş tuğla, güneşte kurumuş tuğla olan kerpiçten daha değerliydi. Pişmiş tuğla öteki tuğlaların kaplaması olarak kullanılırdı.

Temeli yedi bilge kurmamış mıdır? (5).

(5) Bu yedi bilge, yerin altında bulunan tatlı su okyanusunun tanrısı Ea’nın öğrencileridir. Bunlar yeryüzüne çıkıp insanoğluna bilim ve bilgelik öğrettiler: Çok eski bir söylenceye göre de Sümer ülkesinin krallarıydılar.

Burada 25 satır eksiklik vardır. Bu eksiklik Etice yazmadan aşağıdaki biçimde tamamlanabilir.

Ulu Tanrı Gılgamış’ı en yetkin biçime soktu.
Bütün tanrılar, ona en iyi erdemleri vermek için birbirleriyle yarış ettiler.
Güneş Tanrısı ona, erdemin en yükseğini,
Yeraltındaki Tatlı Su Okyanusunun Tanrısı Ea, bilgeliği bağışladı (6).

(6) Etice yazmadaki bu yerde, Etilerin iki baştanrısından biri göğün Güneş Tanrısı, öteki de Fırtına Tanrısıdır. Burayı Babil mitolojisine, Babil anlayışına göre değiştirmeye çalıştık (Prof. Landsberger).

Büyük tanrılar Gılgamış’ı şu ölçüde yarattılar:
Boyunun uzunluğu on bir endaze, Göğsünün genişliği dokuz karış (7).

(7) Endaze: 60 cm; Karış: yaklaşık 20 cm.

Gılgamış’ın bedeninin betimlemesini, son yeni Babil yazmasında korunmuş olan ufacık bir parçadan, aşağıdaki gibi tamamlamaya çalışabiliriz.

Adımlarının genişliği …… idi. Sakalı yanaklarından aşağı uzamıştı.
Güzel bıyıkları vardı. Başındaki saçlar gürdü.
Bedeni her bakımdan ölçülüydü.
Onda üçte iki tanrılık, üçte bir insanlık vardı.
Gövdesi pek iriydi.

Altı satır eksik..

Bütün ülkeleri dolaştıktan sonra Uruk kentine vardı.
Uruk caddelerinde kurumundan kafasını dik tutuyordu.
Caddelerde yabanıl bir boğa gibi böğürürdü. Eşsizdi.
Silâhları kalkıktı.
İnsanlara dirlik vermemek için eli durmazdı.
Dirliksizliği yüzünden Uruk halkı gittikçe eksildi.
Gılgamış, oğulu babaya bırakmaz, gece gündüz kudurup sağa sola çatardı.
Gılgamış ağılı bol (8) Uruk’un ne biçim çobanıdır? (9)

(8) Bizim hep “ağılı bol Uruk” diye çevirdiğimiz tümce, daha doğru olarak, “Koyun ağıllarının kenti olan Uruk” diye çevrilmeliydi. “Bol ağıl” Uruk kentine göndermedir. Bu sıfat, Uruk’un Tanrıçası olan İştar’a adanmış kutsal koyun sürülerini anıştırıyor.
(9) Gılgamış’ın taşıdığı yüksek krallık
niteliklerinden biri olan çobanlıkla, yaptığı zulüm bağdaşmadığından, burada kendisiyle alay ediliyor.

Öylesine güçlü, üstün, bilgiç, bilge olan bir kral,
Oğulu babaya, sevileni sevene, kocayı karıya hiç bırakır mı?
Gılgamış’ın savaşçılarının kızları, erlerin karıları,
Bundan ötürü tanrıların huzurunda ağlayıp sızlandılar.
Bunların ağlayıp sızlanmalarını tanrılar dinlediler.
Gökyüzünün tanrıları da,
Uruk kentinin baştanrısı Anu’ya başvurarak şöyle dediler:
“Sen, ipe gelmez, yabanıl, vahşi boğayı,
Uruk halkını tedirgin etmek için mi yarattın?
Eşsizdir. Silâhları kalkıktır.
İnsanlara dirlik vermemek için eli durmaz.
Gılgamış, oğulu babaya bırakmaz.
Gece gündüz kudurup sağa sola çatar.
Gılgamış ağılı bol Uruk’un ne biçim çobanıdır?”
Öylesine güçlü, üstün, bilgiç, bilge olan bir kral
Oğulu babaya, sevileni sevene, kocayı karıya hiç bırakır mı?
Gılgamış’ın savaşçılarının kızları, erlerinin karıları
bundan ötürü ağlayıp sızlandılar.
Bunların ağlayıp, sızlanmalarını büyük Gök Tanrısı dinledi. (10)

(10) Yakınmalar doğrudan doğruya büyük tanrılara yapılmadığından, daha küçük tanrıların aracılığına başvuruluyor, bunların aracılığıyla yapılan yakınmaları, ulu tanrılar dinlemiş oluyor.

Büyük tanrıça Aruru (11) çağırıldı:

(11) Büyük ana tanrıçalardan birinin adıdır.

“Ey Aruru, sen büyük Anu’yu yarattın. Şimdi onun rakibini yarat!
O istediği denli Gılgamış’a karşı dursun.
Bu iki yiğitin birbirlerine karşı güçlerini ölçmelerinden
Uruk şehri soluk alsın!”
Tanrıça Aruru bunu duyar duymaz
Gök Tanrısının rakibini kalbinde yarattı.
Aruru ellerini yıkadı; bir parça çamur koparıp yazıya attı.
Ve yazıda yiğit Engidu’yu yarattı.
Çamurdan yaratılan Engidu, demir gibi sertti (12).

(12) Aruru, kendisinin eskiden yarattığı Gök Tanrısı Anu’nun biçimini ruhunda canlandırıyor, sonra çamuru yazıya atarak bir büyü yapıp, ruhunda canlandırdığı bu biçimi gerçekleştiriyor (Prof. Landsberger).

Bütün gövdesi kıllarla kapkara olmuştu.
Kadın gibi uzun saçları vardı.
Saçının lüleleri tıpkı buğday başağı gibi filizlenmişti.
O, insan ve kent yüzü görmemişti.
Üzerinde, yazının hayvanları gibi bir giysi vardı.
Bu durumda ceylanlarla ot yiyor,
Yabanıl hayvanlarla itişe kakışa suvata (13) iniyor;

(13) Suvat: hayvanların sürekli su içebildikleri bir su kıyısındaki, en çok da ırmak kıyısındaki düzlük yer.

Suyun kalabalığıyla (14) gönlü açılıyordu.

(14) Çok su içiyor olsa gerek (?)

Günün birinde suvatın karşı yakasında bir avcıya,
Bir tuzak (15) kurana rast geldi.

(15) Avcı tuzak ya da kapan kurduğuna göre, yanındaki hayvanların, bu tuzak ya da kapana bağladığı hayvanlar olması gerekir. Çünkü avlanacak hayvanlar ne türdense, o tür ya da başka tür hayvanlardan biri kapanın ve tuzağın yanına bağlanır.

Birinci gün, ikinci gün
Ve üçüncü gün suvatın karşısında ona rastladı.
Onu gören avcının yüzü dondu;
Hayvanlarıyla olduğu yerde saklandı;
Korkudan titremeye tutuldu; sesi soluğu kesildi,
İçini sıkıntı bastı; çehresini bulut kapladı;
Gönlünü gam, üzünç sardı;
Yüzü uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne döndü.
Avcı, konuşmak için ağzını açıp babasına dedi:
“Baba, dağdan bir adam geldi. Bu yörenin en güçlüsüdür.
Gökten inen yoğun cevhere (16) benzer.

(16) Biz bunu, yoğun bir cevher olan göktaşı olarak yorumluyoruz. Bu, en büyük gücün simgesidir.

Gücü büyüktür, hep dağda dolaşıyor.
Her zaman yabanıl hayvanlarla ot yiyor.
Ayağı suvatın karşı yakasından hiç eksilmiyor.
Korkudan ona yaklaşamıyorum. Açtığım çukurları (17) doldurdu.

(17) Tuzak çukurları.

Gerdiğim ağları yerden koparıp çıkardı.
Kırın kalabalığını, (18) avı elimden kaçırıyor,

(18) Yabanıl hayvanları (Prof. Landsberger).

Kırdaki işime engel oluyor.”
Babası konuşmak için ağzını açıp avcıya dedi:
“Biliyor musun oğlum, Gılgamış Uruk’ta oturuyor.
Onu yenecek kimse yoktur. Gökten inen yoğun cevhere benzer.
Gücü büyüktür. Ona, krala yüzünü dön!
Güçlü adam hakkında ona bilgi ver.
O sana bir fahişe versin. Onu kıra götür.
O kadın, bu adamı orada, güçlü bir adam gibi yensin.
Yabanıl hayvanlar suvata yaklaştıklarında,
O kadın giysisini atsın ve o da zevke dalsın.
Kadını görür görmez, ona yaklaşacaktır:
Fakat kırlarda onunla birlikte yürüyen hayvanlar,
Onu yadsıyacaklardır.”
Babasının öğüdü üzerine kalkıp, avcı yaya olarak Gılgamış’a gitti.
Yolunu tuttu, Uruk’un ortasında durdu:
“Gılgamış, beni dinle ve bana öğüt ver! Dağdan bir adam geldi.
Bu, ülkenin en güçlü adamıdır.
Gökten inen yoğun cevhere benzer; gücü büyüktür.
Her zaman dağda dolaşıyor, hep yabanıl hayvanlarla ot yiyor,
Ayağı suvatın karşı yakasından hiç eksilmiyor.
Korkudan ona yaklaşamıyorum. Açtığım çukurları doldurdu.
Gerdiğim ağları yerden çıkarıp kopardı…
Kırın kalabalığını, avı elimden kaçırıyor.
Kırdaki işime engel oluyor!”
Gılgamış, ona, avcıya dedi:
“Ey avcı, git; yanında bir fahişe, bir orospu götür!
Yabanıl hayvanlar suvata yaklaştıklarında,
Kadın, giysisini atıp şehvetini kabartsın;
kırlarda onunla büyüyen hayvanlar, onu yadsıyacaklardır.”
Avcı gidip yanına bir fahişe, bir orospu aldı.
Bunlar doğru gidecekleri yerin yolunu tuttular.
Üçüncü günde belli yere vardılar.
Avcı ve fahişe yerlerine oturdular.
Bir gün, iki gün suvatın karşısında beklediler.
Hayvanlar gelip suvatta su içtiler.
Su kalabalığı geldi (19) ve yüreği rahatladı.

(19) Belki içtiği bol su.

Ne de olsa Engidu, dağda yaşadığı için,
Ceylânlarla ot yiyor, su kalabalığıyla yüreği rahatlıyordu.
Orospu bunu, bu yabanıl adamı,
Kırda dolaşan bu cellat (20) herifi gördü.

(20) Çevik, yiğit, açıkgöz, yaramaz anlamlarına gelir. Adam boynu vuran cellatla bir ilgisi bulunma olasılığı da vardır.

“Orospu! İşte budur. Göğsünü gevşet,
Kucağını zevkine aç, dalsın! Korkma!.. Onun saldırısını karşıla.
Bir kez seni görür görmez sana yaklaşacaktır.
Üstünde yatması için giysini aç.
O yabanıla kadınlık becerini göster.
Kırlarda onunla büyüyen hayvanlar onu yadsıyacaklardır.
Onun tutkusu (21) senin üstünde zevke doyamayacaktır.”

(21) Burada “addeğişimi” (metonomasie) vardır (Prof. Landsberger).

Orospu, göğsünü gevşetti. Kucağını açtı.
Ve o, kadının zevkine daldı.
Kadın korkmadı. Onun saldırısını karşıladı.
Üstünde yatması için giysisini açtı.
Yabanıl adama kadınlık becerisini gösterdi.
Onun tutkusu kadının üstünde zevke doymadı.
Engidu, altı gün, yedi gece uyanık kalarak
Nefsine uyarak orospuyla bir oldu.(22)

……………………………………………(23)

Engidu’yu gören ceylânlar mertleyip (24) kaçtılar.

(22) “Allah’ın emri olmak” deyimi, cinsel ilişkide bulunmak ve yatmak sözcüklerinin karşılığıdır. Halk dilinde çok kullanıldığından bunu ötekilere yeğledim. Özgün metinde de yasal ilişkide bulunmuşlar gibi görülmektedir.
(23) Dr. Albert Schott’un çevirisine koyduğu eski Babil yazmasına ait 45’inci satırın, anlam bütünlüğünü bozması nedeniyle çevirmedim. Prof. Landsberger bu satırı çıkarmamı salık verdi..
(24) Ceylanların, geyiklerin, yağmurcaların birdenbire sıçramalarına “mertlemek” denir.

Artık kırın hayvanları onun yanından uzaklaştılar.
Hayvanların ondan uzaklaştığı sırada, Engidu,
Bedeni bağlanmış gibi ürperdi. Dizleri tutmadı.
Engidu zayıf düştü. Yürüyüşü eskisi gibi değildi.
Sonra aklı başına geldi; işi anladı.
Geri dönüp orospunun dizlerine oturdu,
Onun yüzüne bakarak sözlerine kulak verdi.
Orospu ona, Engidu’ya dedi:
“Engidu sen bilgesin, sen bir tanrı gibisin!
Neden bu kalabalıkla kırda dolaşıyorsun?
Gel, seni Uruk’a, Anu’nun, İştar’ın evi olan
Görkemli tapınağa götüreyim. Gılgamış’ın olduğu yere,
Gücü tam olan adamın, yabanıl boğa gibi
İnsanlara zorbalık eden yiğitin yanına.”
Fahişenin bu sözleri Engidu’nun hoşuna gitti;
Bilge gönlü bir arkadaşa gereksinim duydu.
Engidu ona, orospuya dedi:
“Gel orospu, beni birlikte götür!
Anu’nun, İştar’ın evi olan görkemli tapınağa;
Gılgamış’ın olduğu yere, gücü tam olan adamın,
Yabanıl boğa gibi insanlara zorbalık eden yiğitin yanına.
Ben ona meydan okumak istiyorum.
Yiğit gibi konuşmak istiyorum.
Uruk’a gidince Uruk’un yazgısını değiştiririm.
Kırda doğanın gücü yamandır!”
“Gel, bırak gidelim. O, senin yüzünü görsün.
Sana Gılgamış’ı göstereyim.
Onun nerede olduğunu çok iyi biliyorum.
Engidu, Uruk’a gel. Süslü kemerler kullanan insanların yanına!
Her gün orada bir bayram kutlanır.
Neşe yaratan genç oğlanların,
Görülmeye değer genç kızların oldukları yere.
Zevk onlardadır; tam neşe içindedirler.”

Bir satır eksik..

“Engidu, sana yaşamı seven,
Acıdan zevk alan Gılgamış’ı göstermek isterim.
Onu gör, onun yüzüne bak: O, erkek güzelidir.
Tam güçlüdür; senden güçlüdür. Gece gündüz dinlenmesi yoktur.
Engidu, kıskançlığını bırak!
Ona, Gılgamış’a, sevgiyi Şamaş (25) gösterdi.

(25) Güneş Tanrısı.

Onun aklını düşüncesini Anu, Enlil ve Ea (26) genişlettiler;

(26) En yüksek tanrılar.

Sen o dağdan gelmezden önce, Gılgamış seni düşünde gördü;
Düşünü yorarak kalktı, anasına anlattı:
“Aman ana, ben bu gece bir düş gördüm.
Bütün gücümle adamların arasından geçip ileri gittim.
Orada gökyüzünün yıldızları birdenbire yere döküldüler.
Göktaşı gibi yukardan aşağı üstüme düştü.
Onu kaldırmak istedim. Bana ağır geldi,
Kımıldatmak istedim, kımıldatamadım.
Uruk halkı oraya toplandı.
Erkekler onun ayaklarını öptüler ve ben,
O bir karıymış gibi, üzerinde ondan zevk aldım (27).

(27) Burada Schott’un çevirisi, özgün metne göre değiştirilmiştir. Bu değişikliğin nedeni, burada eşcinsel ilişkiye değinilmesidir. Çünkü olay yanıltıcıdır. Destanı düzenleyen sanatçının anlattığı düş, sanatta gösterdiği en büyük özelliğidir. Sanatçı, Gılgamış’a kösnül bir düş gösteriyor; o da bu düşü, bir çocuk saflığıyla anasına anlatıyor. Bu örge, birinci düşte, destanın yalnızca en son yazmasında bulunuyor. Schott’un metniyse, en son yazma olan eski Babilce metinden çevrilmiştir (Prof. Landsberger).

Orada kendi kendime zorladım. Onlar bana yardım ettiler.
Onu kaldırdım ve sana getirdim.”
Her şeyi öğrenen Gılgamış’ın anası, Gılgamış’a anlattı:
“Gılgamış, bu açık bir şeydir.
Kırda sana benzer biri doğmuştur. Onu dağlar yetiştirmiştir.
Senin onu görür görmez, bir karıymış gibi üzerinde
Ondan zevk aldığın adam, senden asla ayrılmayacaktır.
Adamlar onun ayaklarını öpecektir. Sen onu kucaklayacaksın.
Onu bana getireceksin! O, güçlü Engidu’dur.
Dar zamanda arkadaşa yardım eden bir yoldaştır.
Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür.
Gökten inen yoğun cevhere benzer. Gücü büyüktür.
Senin, karı gibi, üstünde zevk aldığın o adam,
Senden hiç ayrılmayacaktır.”
Gılgamış uyumak için yattı ve başka bir düş gördü.
Anasına anlattı:
“Aman ana, başka bir düş gördüm.
Karışık şeyler gördüm.
Uruk’ta yolun ortasında bir balta yatıyordu.
Bunun çevresine toplanmışlar; halk da oraya zorluyordu.
Bu baltanın görünüşü şaşırtıcıydı.
Ona baktığımda sevindim.
Onu severek, bir karıymış gibi,
Onun üzerinde ondan zevk aldım ve yanıma koydum.”
Bilge, bütün bilimleri bilen Ninsun (28), oğluna dedi:

(28) Gılgamış’ın anası.

“Gılgamış, senin o adamı görmenin,
O bir karıymış gibi onun üzerinde, ondan zevk almanın anlamı,
Onu sana denk tutacağımı gösterir.
Bu, yine güçlü Engidu’dur,
Dar zamanda arkadaşa yardım eden bir yoldaştır.
Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür.
Gökten inen yoğun cevhere benzer, gücü büyüktür!”
Gılgamış bir daha anasına dedi:
“Bu, bana büyük bir pay olarak düşsün!
Bir arkadaş kazanmak isterim, bir yoldaş!”

Bir satır eksik..

Ve Gılgamış düşleri yordu.
“Gel bakalım, yaş yerden kalk!”
Fahişe böylece Engidu’ya anlattı.
Hayvanların su içtikleri yerde ikisi yalnız kalmışlardı.

(Birinci Tabletin sonu.)

İKİNCİ TABLET (Landsberger çevirisi)

Engidu fahişenin karşısına oturdu. O, onun sözcüklerini dinledi
Ve anlattıklarına kulak verdi. Kadının öğüdü yüreğine işledi.
Kadın bir giysi çıkardı: Birini ona giydirdi,
Öbürünü kendisine alıkoydu;
Kadın onu bir ana gibi elinden tutup çobanların sofrasına,
Hayvanların ağılına götürdü.
Onun, yurdu dağlar olan Engidu’nun,
Önceleri ceylânlarla ot yiyen adamın,
Kalabalığın sütünü emenin, şimdi önüne yemek koydular.
O, utanarak gözünü dikiyor, bakıyordu.
Engidu ekmek yemesini bilmiyor, içki içmesini anlamıyor!
Fahişe ağzını açıp Engidu’ya dedi:
“Engidu, ekmek ye! Bu, yaşamın koşuludur!
İçki iç! Bu, ülkenin göreneğidir!”
Engidu, doyuncaya dek ekmek yedi. Yedi küp içki içti.
İçi açıldı, neşe buldu. Yüreğine açıklık geldi, yüzü parladı.
Kıllı, pis gövdesini sıvadı, kendi kendini yağladı (29), İnsana döndü.

(29) O zamanlar insanlar güzel kokulu yağlarla bedenlerini yağlarlardı (Prof. Landsberger).

Sonra bir giysi giydi, artık adam oldu.
Arslanların üstüne yürümek için silahını aldı.
Çobanlar geceleri uykuya daldı.
Kurtları yakaladı, arslanları kovaladı.
Eski bekçiler rahat ettiler.
O, güçten üstün insan, o erkeklerin bir tanesi Engidu,
Bunlara bekçi oldu.

14 satırlık boşluk… Engidu fahişeyle birlikte.

Engidu, orospu ile eğlenirken gözlerini kaldırdı
Ve bir adam gördü. Fahişeye seslendi:
“Yosma! Adam buraya gelsin! O ne diye geldi?
Söyleyeceğini dinlemek isterim!”
Fahişe adamı çağırıp ona yaklaştı, ona dedi:
“Adam, nereye acele ediyorsun? Yorulman neye yarar?”
Adam ağzını açıp Engidu’ya dedi:
“Benimle birlikte kız evine (30) gel!

(30) Ev diye çevirdiğim sözcük, iki yerde geçmektedir, anlaşılması da güçtür.

Nişanlı seçmek için herkesin evi Uruk kralına daima açıktır.
Nişanlı seçmek için herkesin evi,
Uruk kralı olan Gılgamış’a daima açıktır.
O, evlenecek olanlarla önce kendisi yatar, sonra da koca. (31)

(31) Burası yeterince açık değildir. Bazı dilbilimciler bunu “ius primae noctis” (ilk gece hakkı) diye yorumluyorlarsa da, bu yorum genellikle kabul olunmuş değildir.

Tanrısal yasaya göre bu, tanrının bir buyruğudur.
Bu buyruk kendisine göbeğinin bağı kesilir kesilmez verilmiştir.” (32)

(32) Çocuk doğduktan sonra, göbeğinin bağı üzerinde fal bakılmış olsa gerek.

Adamın sözü üzerine benzi sarardı…

Dokuz satırlık boşluk..

Engidu önden gidiyor, orospu onun arkasından.
O, Uruk’a girince halk çevresine toplandı.
Uruk’ta caddenin ortasında durunca, insanlar başına biriktiler
Ve ondan şöyle söz ettiler:
“O, aşağı yukarı Gılgamış’a benzer. Bedence daha ufaktır;
Ama kemikleri onunkinden daha güçlüdür.

Bir satır eksik..

Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür. O, kalabalığın sütünü emmiştir.”

Bir satır eksik..

Zayıf yavrucuklar gibi ondan korkmalarına karşın, adamlar rahatladılar,
“O yiğite karşı, gösterişi yaman bir yiğit alandadır.
Gılgamış’a karşı tanrıya benzer, onun (33) bir eşi alandadır!

(33) Gılgamış’ın.

İşhara’ya (34) özgü bir yatak hazırlanmıştır.

(34) Yerli olmayıp Sümer panteonuna sonradan girmiş bir tanrıça.

Gılgamış’ın onun yanında kalması için.
Bu gece onunla ‘Allahın emri’ olacaktır” (35)

(35) Gılgamış’ın İşhara ile evlenme hazırlığı akla geliyor.

Gılgamış yaklaştığında, Engidu caddenin ortasına dikildi.
Gılgamış’a yolu kapamak isteyip, onu yatak odasına bırakmadı.

Yedi satır eksik..

Gılgamış kırda büyüyen, gür saçlı, ele avuca sığmaz Engidu’ya baktı:
Kendi kendisine yol açtı ve üstüne yürüdü.
Kentin alanında birbirleriyle karşılaştılar.
Engidu kapıyı ayağıyla kapayıp Gılgamış’ı içeri bırakmadı.
Bunun üzerine boğalar gibi böğürerek kapıştılar:
Kapının direklerini paramparça ettiler. Duvar yerinden sarsıldı!
Gılgamış ve Engidu,
Evet, boğalar gibi böğürerek birbiriyle kapıştılar.
Kapının direklerini paramparça ettiler. Duvar yerinden sarsıldı!
Gılgamış diz üstü yere düşünce, öfkesi indi ve göğsünü geri çekti.
Gılgamış göğsünü çeker çekmez, Engidu ona, Gılgamış’a dedi:
“Anan olan, ağılın yabanıl ineği, Tanrıça Ninsun (36),

(36) Yabanıl inek görünümünde bir tanrıçadır (Prof. Landsberger).

Seni bir tane doğurdu.
Başın adamların tepesini aşmıştır!
Enlil senin alnına insanların krallığını yazmıştır!
Gücün evrenin beylerinden üstündür.”

On satırlık boşluk..

Birbirini öptüler ve arkadaş oldular.

(Görünüşe bakılırsa bundan sonraki 14 satırlık boşluğun sonuna doğru, Gılgamış’ın Engidu’yu, bir oğul olarak kendi anasına götürmüş olmasından söz ediliyor. Gılgamış, Engidu’dan şu biçimde söz ediyor:)

“Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür.
Gökten inen yoğun cevhere benzer, gücü büyüktür!
Kimse karşısında duramaz. Ona lûtfunu göster.”
Gılgamış’ın anası oğluna dedi,
Ninsun, yabanıl inek, Gılgamış’a dedi: “Oğlum….

Üç satır eksik..

(Engidu’nun hep korumakta olduğu biçiminden ötürü, Ninsun’un şaşkınlığını belli ettiği anlaşılıyor. Bundan sonraki beş satırsa, Gılgamış’ın yanıtlarını oluşturabilir.)

“Onunla yukarı, aile ocağının kapısına gitti.
O, bana karşı pek çok kışkırtıldı.
Engidu’nun babası ve anası yoktur.
Onun dağınık saçları hiç kesilmemiştir.
O, kırda doğduğundan kimse onu eğitmemiştir.”
Engidu orada durdu ve onun söylediklerini dinledi.
Gözleri yaşla doldu.
Söylenenler kendisine pek dokunduğundan acı acı içini çekti.
Gılgamış, yüzünü ona çevirip,
Oturdukları yerde birbirleriyle kucaklaştılar;
Âşıklar gibi eller birbirinin üstüne kondu
Ve Gılgamış, Engidu’ya dedi:
“Dostum, neden gözlerin yaşla dolu?
Söylenenler sana dokunduğu için mi acı acı içini çektin?”
Engidu ağzını açıp Gılgamış’a anlattı:
“Dostum, bir acı boğazımı sıkıyor. Kollarım uyuştu, gücüm azaldı.”
Gılgamış, ağzını açıp Engidu’ya dedi:

(Altı satır eksik..)

“Ejder yapılı Humbaba ormanda oturuyor.
Sen ve ben onu öldürüp şu belâyı ülkeden kaldıralım.
Kendimize katran ağaçları devirelim.”

Dört satır eksik..

Engidu, ağzını açıp Gılgamış’a dedi:
“Dostum, ben dağlarda deneyimliyim;
Yabanıl hayvanlarla oralarda dolaştım.
Ormanın uzaklığı iki kez on bin saat çeker.
Yukarıya, onun içine dalacak kimdir? Humbaba…
Onun böğürtüsü tufandır, evet,
Onun soluğu ateş, saldırısı ölüm.
Neden ötürü böyle şeyleri yapmaya yeliyorsun? (37)

(37) Yelmek, heves etmek anlamına gelir. Bazen bağlanma, kapılanma anlamında da kullanılır.(ÇN)

Humbaba’nın oturduğu yer için
Savaşan hiçbir kimse ona karşı dayanamaz!”
Gılgamış, ağzını açıp Engidu’ya dedi:
“Katransa, ben bunun dağına çıkmak istiyorum.
Bu dağ geniş ormanın ortasında bulunuyor.

(Üç satır eksik..)

Humbaba’nın bulunduğu ormana gitmek istiyorum.
Savaşta bir balta bana yeter. Sen burada yalnız kal,
Ben oraya gideceğim.”
Engidu, ağzını açıp Gılgamış’a dedi:
“Oraya nasıl gidebiliriz… Katran ormanına?
Gılgamış, onun bekçisi bir savaşçıdır. Hiçbir zaman ımızganmaz. (38)

(38) Hafif uyumak, şekerleme yapmak. (ÇN)

(İki satır eksik..)

Enlil onu, katranları korusun diye İnsanların başına belâ kılmıştır.
Her kim yukarı, ormana çıkarsa, kötürüm olur.”
Gılgamış, ağzını açıp Engidu’ya dedi:

“………………………………………” (39)

(39) Bu satır anlaşılmıyor (Prof.Landsberger).

“Güneş gökyüzünde durdukça tanrılar sonsuza dek yaşarlar.
Ancak, insanın günleri sayılıdır.
Onların ettikleri hep havadır.
Sen daha buradayken ölümden korkuyorsun.
Yiğit ruhundaki gücün sana yararı ne?
Öyleyse, seni ben götüreyim de, ağzın bana:
“İleri git! Korkma” diye çağırsın.
Kendim ölürsem adımı yükseltirim,
‘Ejder yapılı Humbaba’nın düşmanı Gılgamış ölmüştür,’ derler.”

(Sekiz satır eksik..)

“Katran devirmek için elimi bulaştırmak istiyorum.
Kendim için bir ad bırakmak istiyorum.
Şimdi dostum, silâhçı ustasına gitmek istiyorum.
Silâhlar gözümüzün önünde dövülsün.”
Elele verip silâhçı ustasına gittiler.
Ustalar oturup birbirleriyle danıştılar.
Büyük baltalar dövdüler. Üç okkalık nacaklar dövdüler.
Yalımı iki okkalık büyük kılıçlar dövdüler.
Kabzaların başı on beş okkalık,
Kılıçların kını on beşer okkalık; altından.
Gılgamış ve Engidu, her biri 300 okkalık silâhlar taşıdılar.
Adamlar, Uruk kentinin yedi sürgülü kapısına vardılar;
Halk bir araya birikti; Uruk sokaklarına neşe saçıldı.
Gılgamış, Uruk sokaklarında halkın neşesine tanık oldu.
O, karşısında oturan halka seslendi:
“Ben, ejder yapılı Humbaba’ya gitmek istiyorum.
O söylenen şeyi, ben Gılgamış, görmek istiyorum!
Onun adı ülkelere yayılmıştır.
Katran ormanına koşmak istiyorum.
Uruk çocuğunun nasıl güçlü olduğunu bütün ülkeye anlatayım.
Katranları devirmek için elimi bulaştırayım.
Kendim için sonsuzlaşacak bir ad yapayım!”
Uruk mahallesinin yaşlıları dönüp Gılgamış’a dediler:
“Gılgamış, sen genç olduğundan,
Gönlün seni böylesine ileri götürdü.
Sen burada ne yaptığını bilmiyorsun,
Bizim işittiklerimiz, Humbaba’nın çok acayip olduğudur.
Onun silâhının karşısına çıkacak olan kimdir?
Orman iki kez on bin saat uzaklık çekiyor.
Yukarı çıkıp onun içine girecek olan kimdir?
Humbaba, onun böğürtüsü tufandır, evet,
Onun soluğu ateş, onun saldırısı ölüm.
Neden dolayı böyle şeyleri yapmaya heves ediyorsun?
Humbaba’nın oturduğu yer için savaşan hiçbir kimse ona dayanamaz!”
Gılgamış, öğütçülerinin sözünü dinledikten sonra,
Gülümseyerek gözlerini arkadaşına dikti (40).

(40) Gılgamış’ın Engidu’ya söyledikleri, ne yazık ki kaybolmuştur. Dokuz satır eksik.

“Korucuyu meleğin seni sıkıntılardan kurtarsın;
Barış içinde Uruk kıyısına (41) dönmen için sana kılavuz olsun!”

(41) Uruk, Fırat kıyısında olduğundan böyle bir dilekte bulunulmuştur.

Gılgamış, diz çöküp elini kaldırdı:
“Söyledikleriniz yerini bulsun. Şimdi gidiyorum.
Şamaş!.. Ellerimi sana kaldırıyorum:
Oraya varınca canım sağ esen kalsın!
Beni Uruk kıyısına geri döndür! Gölgeni üstümden eksik etme!”
Bundan sonra Gılgamış, arkadaşını çağırdı,
Falına onunla birlikte baktı. (42)

(42) Faldan, işin uğursuz gideceği anlaşılıyor.

Yedi satır eksik..

Gılgamış’ın gözlerinden yaşlar boşandı:
“Hiç gitmediğim bir yol. Sonu belli olmayan bir yolculuk..
Burada sağ esen kalırsam seni gönlüme göre sevmiş olurum.
Kendimi senin zevkine kaptırmak isterim,
Seni tahtlara geçirmek isterim.”
Artık köleler silâhlarını getirdiler.
Büyük kılıçları, yayı, sadağı eline teslim ettiler.
Baltaları aldı, sadağı ve Anşan (43) yayını bir yanına astı,

(43) Bugünkü Batı İran’da Eski Elam devletine ait bir yer.

Kılıcı kemere taktı, yolda yürümeye başladılar.
İnsanlar Gılgamış’a sordular:
“Sen ne zaman kente geri döneceksin?”

(İkinci Tabletin sonu.)

ÜÇÜNCÜ TABLET (Landsberger çevirisi)

Yaşlılar Gılgamış’a çok saygı gösterdiler.
Yol hakkında ona öğüt verdiler:
“Gılgamış, gücüne güvenmemelisin. Onu bırak yoluna gitsin,
Sen kendi kendini koru
O orada keçi yolunu bilir; arkadaşı kollar;
Engidu orada senden önde gitsin.
O, yolu gördü, yoldan geçti.
Ormana giden yoldan, dağların geçidinden,
O, Humbaba’nın bütün gizli yollarından geçti.
Böylece önde giden arkadaşını korur.
Onu bırak yoluna gitsin, sen kendi kendini koru.
Şamaş seni dileğine kavuştursun!
İşittiklerini sana gözlerinle göstersin! O, sana kapalı olan yolu açsın!
Yolu senin adımına açsın! Dağı senin ayağına açsın!
Seni hoşnut eden şeyi, gecen sana getirsin! (44)

(44) Düşte bildirsin.

Lugalbanda (45) başarıda sana yardım etsin!

(45) Gılgamış’ın koruyucu tanrısı (Prof. Landsberger).

Bir çocuk gibi başarına kavuş!
Humbaba’nın, kıyısında uğraşacağın ırmağında ayaklarını yıka!
Akşam molanda bir kuyu kaz.
Kırbanda (46) her zaman temiz su bulunsun.

(46) Su taşımağa yarar tulum.

Samaş’a soğuk su sun.
Her zaman Lugalbanda’yı anımsa!
Engidu arkadaşı, yoldaşı korusun.
(anlaşılmaz bir sözcük) … kadar kendisi getirsin.
Hepimiz birden kralı sana teslim ediyoruz;
Sen de yurda dönerken kralı bize teslim et!”
Engidu ağzını açıp Gılgamış’a dedi:
“Sen karar verdin, artık yürü. Yüreğin korkusuz olsun.
Yalnızca bana bak! Hasmın oturduğu yeri,
Humbaba’nın üzerinde dolaştığı yolları, iyi biliyorum.
Yola çıkmamızı buyur, onlardan (47), buradan ayrıl!”

(47) Yaşlılardan.

Gılgamış, ağzını açıp Uruk’un yaşlılarına dedi:

(Dört satır eksik)

“Size söylediklerimi, benimle gidecek olan Engidu’yla birlikte yapacağım.
Öğütlerinizi sevinerek gönülden dinledim.”
Yaşlılar onun bu sözlerini dinledikten sonra, yiğitlere yol açtılar;
“Yürü Gılgamış, işin uğurlu olsun! Koruyucu tanrın yanında gitsin!
O seni başarıya erdirsin!”
Gılgamış, ağzını açıp Engidu’ya dedi:
“Gel arkadaşım, büyük saraya gidelim, büyük kraliçe Ninsun’un huzuruna.
Ninsun’un vereceği akıllıca öğüt, ayaklarımıza doğru yolu gösterir.”
Gılgamış’la Engidu, elele verip büyük saraya,
Büyük kraliçe Ninsun’un huzuruna çıktılar.
Gılgamış çıktı ve Ninsun’un yanına girdi:
“Ninsun ben güçlendim; yeni bir şey başarmak istiyorum:
Humbaba’nın yanına, uzak bir yola yürüyeceğim.
Bilmediğim bir savaşa atılıyorum, bilmediğim bir yola çıkıyorum.
Benim gidip geri dönmem, katran ormanına varmam,
Ejder Humbaba’yı öldürmem,
Şamaş’ın nefret ettiği o belâyı ülkeden temizlemem
İçin gereken zamanı, benim hesabıma Şamaş’tan dile!
Onu öldürüp katran ağacını ben devirince,
Ülkenin yukarısında, aşağısında barış olsun!
Utku belgisini senin önünde dikeyim.”
Kraliçe Ninsun, oğlu Gılgamış’ın sözlerini acıyla dinledi:

(On dört satırlık boşluk)

Ninsun odasına girdi.

(Bir satır eksik)

O, bedenine yaraşan bir giysi giydi,
Göğsüne de yaraşan bir mücevher taktı.
O, kemer ve krallık tacını koydu.
Merdivene basıp damın üstüne çıktı.
Kurban yerine çıkarak tütsü yapıp Şamaş’ın önüne koydu.
Tütsüsünü yakıp Şamaş’ın huzurunda kollarını kaldırdı:
“Neden oğlum Gılgamış’a coşkun bir yürek verdin,
Neden savaşa şimdi de o gitsin diye onu ileri ittin?
Humbaba’nın yanına, uzak bir yol yürüyecek.
O, bilmediği bir savaşa atılıyor, bilmediği yollarda yolculuk ediyor!
Onun gidip geri dönmek, katran ormanına varmak,
Ejder Humbaba’yı yok etmek,
Senden nefret eden o kötüyü ülkeden temizlemek zamanını
Gılgamış’ın yoluna baktığın günde,
Seni seven o nişanlı, Aya, sana anımsatsın!
Onu gecelerin bekçilerine, yıldızlara,
Akşamları baban Aya da ısmarla.”(48)

(48) Emanet etmek anlamında.(ÇN)

(On iki satırlık bir boşluktan sonra, aşağıdaki anlaşılması güç sözcükler geliyor:)

O, tütsüyü söndürüp kötü ruhları dağıtma duasını okudu.
Haber vermek için “Engidu,” diye çağırdı:
“Benim kucağımda yetişmeyen güçlü Engidu!
Şimdi seni oğulluğa kabul ettim.
Gılgamış’ın armağanları olan, büyük rahipler, tapınak kızları
Ve tapınım töreni hizmetçileriyle birlikte kabul ettim.”
Ninsun, Engidu’nun boynuna bir muska astı.

(84 satırlık bir boşluk) Yaşlıların Engidu’ya ikinci seslenişleri:

“Engidu, arkadaşını kolla, yoldaşını koru, …… (49 ) Onu kendin getir!

(49) Anlaşılmaz bir sözcük.

Hepimiz birden kralı sana teslim ediyoruz,
Sen de yurda dönerek kralı bize teslim et.”

(Tabletin gerisi kırıktır.)

(Üçüncü Tabletin sonu.)

DÖRDÜNCÜ TABLET (Landsberger çevirisi)

(Bu tabletin ilk dört buçuk sütunu -bütün tablet altı sütundan oluşmaktadır-herhalde kralın ve arkadaşının katran ormanına gidişlerinden söz ediyordu. Ama bu sütunlardan ancak kırık bir parça kalmıştır. Bu parça, ikisinin başından her gün geçenleri sık sık betimlemektedir.)

İki kez yirmi saatten sonra hafif bir yemek yediler.
İki kez otuz saatten sonra kendi kendilerini akşam dinlenmesine çektiler.
İki kez elli saati bütün bir günde yürüdüler.
Bir ay üç günlük yolu üç günde kestirdiler.
Akşam dinlenmesine bir kuyu kazdılar. (50)

(50) Güneş tanrısına su sunmak için.

( Burada 200′den çok satır yitmiştir. Geri kalan parçada yineleme vardır. Bu yinelemeden anlaşıldığına göre, Gılgamış’la Engidu ormanın kapısına gelmişlerdir. Bir bekçi, Humbaba’nın diktiği kocaman kapıyı beklemektedir. Gılgamış’la Engidu, onunla başa çıkıp çıkmayacakları konusunda duraksamış olmalılar ki, Engidu ona şunları söylüyor:)

“Uruk’ta ne dediğini anımsa!
Uruk’un çocuğu Gılgamış, sen öldürmek için yekin, (51) onun üstüne var!”

(51) Kalk, fırla, sıçra demek.(ÇN)

Ağzından çıkan sözleri duyar duymaz tam güveni arttı.

(Bundan sonraki belki Gılgamış’ın Engidu’ya söylediği sözlerdir.)

Onun savaşması ve bir de ormana dalıp bizden kaçmaması için
Hemen üstüne vardı. Hiçbir silâh işlemesin diye,
Giyinmek için yedi savaş giysisi hazırladı.
O anda yalnızca birini giydi, geri kalan altı kat giysiyi soyundu.
Bunlar yerde ayaklarının altında kaldı.
Ormanın kapısında duran bekçiyi yakalamak için,
Huysuz, yabanıl bir boğa gibi ileri atıldı.
O, birden bire bağırıp korkuya düştü.
Ormanların bekçisi bağırıp çağırdı!
Çocuğun babasını çağırması gibi, Humbaba’yı çağırdı.

( Burada 22 satır eksik. Bu boşlukta belki her iki yiğidin bekçiyi zararsız duruma getirmiş olmaları ve Engidu’nun kapıyı nasıl açtığı anlatılmıştır. Ondan sonrası şöyledir:)

Engidu, konuşmak için ağzını açıp Gılgamış’a dedi:
“Biz ormana inmeyelim. Kapıyı açarken elim tutmaz oldu.”
Gılgamış konuşmak için ağzını açıp Engidu’ya dedi:
“Biz şimdiye dek böyle üzüldük mü? Biz bütün dağları aşarak geldik.
Bununla birlikte hedef karşımızda duruyor.
Benim savaştan anlayan, savaş deneyimi olan arkadaşım,
Giysime dokunursan artık ölümden korkmazsın!

(İki satır çevrilememiştir.) 

Elinin tutmazlığı gitsin! Vücudunun ağırlığı yok olsun!
Arkadaşım, koluma asıl, birlikte inelim. Gönlün savaşa doysun!
Ölümü unut, korkma!
Kendisini koruyan adam, arkadaşını da sağ tutsun!
İnsanlar ölünce kendilerine ad yaparlar!”
İkisi birden yeşil ormana vardılar.
Konuşmaları kesildi, sessiz durdular.

(Dördüncü Tabletin sonu.)

BEŞİNCİ TABLET (Landsberger çevirisi)

Ormana gözlerini dikip baktılar. Katranların yüksekliğine şaştılar.
Ormana girilen yola şaştılar.
Humbaba’nın geçtiği yerde bir ayak izi vardı.
Yollar iyi bir durumdaydı.
Büyük yol güzel yapılmıştı.
Onlar katran ağacı dağını görüyor,
Tanrıların oturduğu yeri, İrnina’nın (52) yüksek tapınağını.

(52) İrnina, İştar’la (Babillilerin Venüs’ü) ilgili bir yakarıda İştar’la bir tutuluyor ve kendisine şöyle sesleniliyor: “Sen en güçlüsün, İgigilerin (yeryüzü tanrılarının) en büyüğü, sen kraliçesin. Kükreyen aslan, kızgın vahşi boğanın (Sin’in Tanrısı) güçlü kızı, sana karşı duracak kimse yoktur.” Buna göre, İrnina, gezegenlerin tanrıçası Venüs’tür (Schott).

Bu dağın önünde bir katran ağacı vardı.
Bu, pek gürdü; gölgesi çok hoştu, sevinçle doluydu.
Çalılar birbirine girmişti.
Büyük ormanın ağaçları da birbirine girmişti.

(56 satırlık boşluk)

İki yiğit Humbaba’yı beklediler, ama o gelmedi…

(6 satırlık boşluk)

Engidu ağzını açıp Gılgamış’a dedi:
“Humbaba’nın izini böyle bulabilir miyiz?
Bırak birbiri arkasına düşler görelim.

(3 satır eksik)

Düşler üç kez görülmeli.”

(26 satırlık boşluk… Bu boşlukta, Gılgamış’ın gördüğü birinci düş anlatılmıştır.)

Engidu, ağzını açıp Gılgamış’a dedi:

(2 satır eksik)

“Düşün beni çok sevindirdi!”
Akşam dinlenmesine gitmek için birbirleriyle sözleştiler.
Gece yarısı onun (53) uykusu kaçtı, düşünü Engidu’ya anlattı:

(53) Gılgamış’ın.

“Arkadaş, nasıl? Sen beni uykumdan ne diye tedirgin ettin?
Ben niçin uyanığım?
Engidu, arkadaş, ben bir düş gördüm…
Sen beni uykumdan tedirgin ettin?
Ben niçin uyanığım?
Birinci düşümün üstüne, ikinci düşüm göründü;
Derin dağ diplerinde duruyorduk, hemen dağ devrildi…
Beni yere yıktı. Dağ ayaklarımı yakaladı ve onları bırakmadı.
Biz onun karşısında küçük saz sinekleri gibi kaldık…
Öyle aydınlıktı ki!
Bana bir adam göründü. Ülkede en güzel oydu. Pek güzeldi.
O beni dağın altından çekti, bana su içirdi. (54)

(54) Tehlike atlatana su içirmek göreneği o zaman da varmış.

Yüreğim ferahladı. Ayaklarımı yere değdirdi.”
Kırda doğan Engidu, arkadaşına dedi, Engidu düşü yordu.
“Arkadaş, düşün güzeldir, pek iyi bir düştür.
Arkadaş, gördüğün dağ Humbaba’dır. Humbaba’yı yakalayacağız;
Onu öldüreceğiz ve ölüsünü dışarı tarlaya atacağız.
Yarın her şey sona erecek!”
İki kez yirmi saatten sonra hafif bir yemek yediler.
İki kez otuz saatten sonra kendilerini dinlenmeye çektiler.
Şamaş’ın önünde bir kuyu kazdılar.
Ancak Gılgamış, dağa tırmandı ve ince ununu dağa serpti. (55)

(55) Un, ruhların yerin altından çıkıp düş göstermeleri için serpilir. Bu ruhlar düşte görünürler.

“Dağ! Engidu için bana bir düş getir!
Ona, Engidu’ya da bir işarette bulun!”
Dağ, Engidu için ona bir düş getirdi.
Ona, Engidu’ya da bir işarette bulundu.
Pek soğuk bir yel esti, bir fırtına gelip geçti.
Fırtına Gılgamış’ı uyuttu.
Gılgamış uyurken dağların yamaçlarında biten buğdaylar gibi
Bir yana devrildi, ve Gılgamış’ın çenesi baldırına dayandı. (56)

(56) Gılgamış, dağların yamaçlarında biten ve yeğin yellerin etkisiyle devrilip iki kat olan buğdaylara benzetiliyor. Bir buğday eğildiği zaman başağı nasıl köküne kadar dayanırsa Gılgamış’ın o anda büzülerek uyuduğunu anlatıyor.

İnsanlara gevşeklik veren uyku onun üstüne düştü.
Uyandığı uykuyu bırakıp yukarı yürüdü, arkadaşına dedi:
“Arkadaş, beni çağırmadın mı? Niçin uyandım?
Sen beni sarsmadın mı? Niçin korktum?
Buradan bir tanrı geçmedi mi? Organlarım niçin titredi?
Arkadaş, üçüncü bir düş gördüm ve gördüğüm düş çok ürkütücüydü;
Gök haykırdı, yeryüzü gürledi! Hava dinginleşti, karanlık çöktü.
Bir yıldırım düştü. Bir yangın yükseldi. Duman koyulaştı.
Ölüm yağdı. Yağan köz oldu; ateş söndü
Ve yukarıdan aşağı dökülen (köz olan ateş), küle döndü.
Aşağı gel, tarlada konuşabiliriz.”
Orada Engidu, onun kendisine anlattığı düşü duyunca Gılgamış’a dedi:

( Buradaki boşlukta, belki, Engidu’nun Gılgamış’ın gördüğü düşü övmesi ve sonra iki arkadaşın katranları devirmek için en son kararı vermeleri anlatılmaktadır.)

O, eliyle baltayı yakaladı… bir tane de nacakları vardı.
Engidu onu eline aldı ve katranları devirdi;
Ama Humbaba gürültüyü duyunca öfkelendi:
“Kimdir o, dağlarımın çocukları olan ağaçların ırzına geçen?
Kimdir o, katranı deviren?”
Bunun üzerine göksel Şamaş, gökten onlara seslendi:
“İleri gidin, korkmayın!”

(Yaklaşık 80 satırlık boşluk… Görünüşe göre, Gılgamış ve Engidu, Humbaba’yla yapacakları savaşım için Şamaş’tan öğüt istediler. Şamaş’ın verdiği olumsuz yanıt, burada anlatılmış olmalıdır. Çünkü metin şöyle sürüyor:)

…ve ondan sel gibi gözyaşları boşandı.
Gılgamış göksel Şamaş’a dedi:

(İki satır eksik)

“… Ancak ben, göksel Şamaş’a baş eğiyorum.
Benim için gösterilen yoldan yürüdüm.”
Göksel Şamaş, Gılgamış’ın yalvarmasını dinledi ve
Humbaba’nın önüne büyük fırtınalar çıkardı:
Büyük fırtına, poyraz, kasırga, kum fırtınası,
Bora fırtınası, kırağı fırtınası, rüzgâr, çam fırtınası!
Ona karşı sekiz fırtına kalktı ve bunlar Humbaba’nın gözlerine savruldu.
İleri gidemedi, geri dönmedi. Humbaba savaştan vazgeçti.
Bunun üzerine Humbaba, Gılgamış’a seslendi:
“Gılgamış, beni bırakmalısın!
Sen benim efendim olmalısın, ben senin kölen olmalıyım.
Ben sana dağlarımın çocukları olan ağaçları devireyim,
ve onlardan senin için evler yapayım.”
Engidu, Gılgamış’a dedi:
“Humbaba’nın dediklerini dinleme! Humbaba’yı öldürmelisin!”

(Bunu izleyen boşlukta, Humbaba’nın öldürülmesi ve iki yiğitin geri dönmesi anlatılmaktadır; tabletin son satırı belki şöyle tamamlanmaktadır:)

Gılgamış, Humbaba’nın kesilen başını sırığa dikti.

(Beşinci Tabletin sonu.)

ALTINCI TABLET (Landsberger çevirisi)

Kirini yıkadı, silâhlarını parlattı,
Başını sallayarak saçının tutamlarını arkaya attı.
Kirli giysisini fırlatıp temizini giydi,
Savaş giysisini giyip beline işlemeli kemerini kuşandı.
Gılgamış krallık tacını giyince,
Gılgamış’ın güzelliği İştar’ın güzel gözlerini kamaştırdı:
“Gel Gılgamış! Benim güveyim ol!
Bana meyveni armağan et, (57)

(57) Cinsel anlamda.

Armağan etsene!
Sen benim kocam ol, ben senin karın olayım!
Sana altından ve lacivert taşından yapılmış koşu arabaları koşturayım!
Tekerlekleri altın, boynuzları (58) ayna gibi parlayan madenden olsun!

(58) Belki arabanın bir süsü.

Buna ruhlar, dev gibi katırlar koşulsun!
Sen evimize girince seni katran kokuları (59) karşılasın!

(59) Katran ağacı güzel kokar (ÇN).

Büyük rahipler ve soylular ayaklarını öpsünler!
Krallar, büyükler ve beyler ayaklarının altına diz çöksünler!
Dağların ve ülkelerin ürünlerini sana vergi olarak getirsinler!
Sana keçiler üçüz, koyunlar ikiz yavrulasın!
Senin sıpan bir ester yüküyle koşsun!
Arabanın önündeki atın, yarışta birinci olsun!
Boyunduruktaki öküzlerinin eşi olmasın!”
Gılgamış, konuşmak için ağzını açıp görkemli İştar’a dedi:
“Seni ha!…….. Seninle evlenirsem ne kazanacağım?
Nasıl olsa kendimi yağlayacak yağım ve üstüme giyecek giysim var.
Yiyecek ekmeğim ve azığım vardır,
Dahası, tanrılara yaraşır yemeğim, krallara özgü içkilerim bulunur!

( Bir satır eksik…Bundan sonraki parçada, Gılgamış, Tanrıça’yı şu biçimde aşağılıyor:)
…………………………………………..
…………………………………………..
…………………………………………..
………………………………………….. (60)

(60) Bu dört satır tam olmadığı için çeviride atlanmıştır.

“…Sen, soğukta ısıtmayan bir örtüsün!
Sen rüzgâra ve fırtınaya engel olmayan uydurma bir kapısın!
Sen, üstüne örtüleni altında ezen bir fil derisisin!
Sen, içinde toplantı yapan yiğitlerin üstüne çöken bir saraysın!
Sen taşıyıcısının üstünde eriyen bir ziftsin!
Sen, taşıyıcısının üstünde boşalan bir kırbasın!
Sen taş duvarı çatlatan bir kireçsin!
Sen, düşman ülkesini çeken bir yemişsin! (61)

(61) Yeşb de denen sert ve değerli bir taş (ÇN).

Giyeni sıkan bir ayakkabısın!
Dostlarından hangisini sonsuz olarak sevdin?
Çobanlarından hangisini sürekli olarak beğendin?
Haydi sevgililerinin adlarını sayayım!

(Bir satır eksik)

Senin gençliğinin sevgilisi olan Tammuz’a (62),

(62) İştar’ın sevgilisi olan Tammuz, yazın ölen bitkilerle birlikte cehenneme gider; bütün ülkede bunun için yas törenleri yapılır. İştar iki ay sonra, onu cehennemden çıkarıp yeryüzüne getirir.

Yıldan yıla ağıtı yazgı kıldın.
Sen, renkli çoban kuşunun aşkına düştün;
Ama ona da vurup kanadını kırdın;
Şimdi o, ormanlarda “kappi” (63) diye bağırıp duruyor!

(63) Yani “Kanadım” diyor (Prof. Landsberger).

Sen, gücü üstün olan aslanın aşkına düştün;
Ama sonra ona yedi ve yedi tuzak çukurları kazdın. 
Sen, savaşa alışkın olan atın aşkına düştün;
Ama sonra ona kırbaç, bizlengiç ve kamçıyı yazgı kıldın;
İki kez yedi saat koşmayı yazgı kıldın;
Ona suyu bulandırıp içirmeyi yazgı kıldın;
Anası Silili’ye sürekli yası yazgı kıldın!
Sen, koyun çobanının aşkına düştün;
O, sana durmadan köz yığıp, günü gününe oğlaklar getirdi;
Ama sonra ona vurup kurda döndürdün,
Şimdi de kendi küçük çobanları onu kovalıyorlar;
Dahası, kendi köpekleri bacaklarını ısırıyorlar.
Sonra sen, babanın hurma bahçıvanı olan İşullanu’nun aşkına düştün;
O, sana durmadan bir sepet hurma getirip günü gününe sofranı donatırdı;
Ama sonra ona göz atarak yaklaştın:
“İşullanu’cığım…. (64) yiyelim,” dedin.

(64) Burada ne olduğu anlaşılmayan bir yemekten söz edilmektedir. Belki İştar’ın çobana önerdiği aşk eğlenceleri de kaba bir biçimde anıştırılmış olabilir.

( Bir satır çevrilememiştir.)

İşullanu şu yanıtı verdi:
“Sen benden ne istiyorsun? Sanki anam benim için pişirmedi mi?
Ne diye kokmuş, çürümüş yemekleri yiyecekmişim?..
Öyle ekmek ki, kabuğu sazdan ve dikendendir.” (65)

(65) Çobanın damak tadı olmadığından, İştar’ın sofrasındaki yemekleri beğenmeyip anasının yemeklerini arıyor (ÇN).

( Bir satır eksik)

Sen onun söylediği bu sözleri duyduktan sonra,
Ona vurup onu …..(66) döndürdün, ve bahçenin içine bıraktın.

(66) Hurma bahçelerinde yaşayan ve hurmalara zarar veren adı bilinmedik bir hayvana döndürmüştür.

(Bir satır çevrilememiştir.)

Şimdi beni seversen, beni de onlar gibi yaparsın.”
O, İştar, bunu duyar duymaz öfkelendi; yukarıya gökyüzüne çıktı.
İştar, babası Anu’nun huzuruna gitti.
O, anası Antum’un huzuruna gitti ve dedi:
“Babam! Gılgamış bana sövüyordu!
Gılgamış bana kokmuş, çürümüş şeyleri saydı.
Kokmuş, çürümüş şeyleri!”
Anu konuşmak için ağzını açıp görkemli İştar’a dedi:
“Önce sen kavgaya başlamadın mı ki, o sana kokmuş şeyleri saydı.
Kokmuş, çürümüş şeyleri!”
İştar, konuşmak için ağzını açıp babası Anu’ya dedi:
“Babam, Gılgamış’ı öldürmesi için bana gökyüzünün boğasını ver!

(Bir satır eksik)

Fakat sen gökyüzünün boğasını bana vermezsen,
O zaman ben, cehennemin kapılarını kırar,
Direklerini fırlatır, kapıları ardına dek açarım.
Yaşayanları yemeleri için ölüleri kaldırırım.
Dirileri yesinler diye!
O zaman dünyada ölüler dirilerden çok olur!”
Anu, konuşmak için ağzını açıp görkemli İştar’a dedi:
“Kızım, benden istediğini yaparsam, yedi kavuz (67) yılları olur.

(67) İçi boş, özsüz buğdaya “kavuz” denir. “Kavuz yılları” sözüyle de kıtlık yılları anlatılıyor (ÇN).

İnsanlar için buğday biriktirdin mi? Hayvanlar için ot bitirdin mi?”
İştar, konuşmak için ağzını açıp babası Anu’ya dedi:
“Baba, insanlar için buğday yığdım, hayvanlar için de ot sağladım!
Onların yedi kavuz yıllarında doymaları için,
İnsanlara buğday topladım; hayvanlara ot yetiştirdim.”

(Üç satır eksik)

Anu, onun bu sözünü doyunca,
Gökyüzünün boğasının zincirini İştar’ın eline teslim etti.
O, boğayı yere indirmek için alıp aşağı götürdü,
Ve onu Uruk ağılına sürdü.

(Bir satır eksik)

Gökyüzünün boğası korku salarak aşağı indi.
O, birinci solumasında yüz kişi devirdi; iki yüz devirdi; üç yüz kişi…
İkinci solumasında yüz daha devirdi. İki yüz daha, üç yüz kişi daha.
O, üçüncü solumasıyla Engidu’ya saldırdı.
O, Engidu’yu süseceği anda, Engidu gözetleyip,
Birdenbire boynuzlarını yakaladı.
Hırsından gökyüzünün boğasının ağzından köpükler savruldu.
Kuyruğunun kalın tarafıyla Engidu’ya çarpıp onu yere attı.
Engidu, konuşmak için ağzını açıp Gılgamış’a dedi:
“Eskiden biz kendi kendimize övündük. Şimdi bunu gösterelim!”

(4 satır eksik)

“Bunu nasıl yapacağımızı sana öğreteyim:
Sen ve ben ayrılmalıyız, ben boğayı kuyruğundan yakalayayım.

(3 satır eksik)

Kılıcın, onun boğazıyla boynuzlarının arasına insin.”
Engidu, gökyüzünün boğasını tutmak için,
Kovalayıp sımsıkı kuyruğundan yakaladı.
Engidu, onu iki eliyle tuttu,
Ve Gılgamış, usta bir kasap gibi, kılıcını güçlü ve güvenli bir vuruşla
Onun boğazıyla boynuzlarının ortasına indirdi…
Onlar orada gökyüzünün boğasını öldürdükten sonra,
Yüreğini çıkarıp Şamaş’ın önüne koydular.
Onlar Şamaş’ın huzurunda saygıyla eğilip geri çekildiler;
Sonra her iki kardeş oturdular.
İştar, Uruk duvarının üstüne çıkıp bir çığlık kopardı:
“Yuh olsun Gılgamış’a! Beni rezil etti;
Gökyüzünün boğasını öldürdü!”
Engidu, İştar’ın bu sözünü duyunca,
Gökyüzünün boğasının budunu koparıp ona fırlattı:
“Seni elime geçirseydim, seni de böyle yapardım!
Onun sakatatını (68) koluna asardım!”

(68) Hayvanların ciğer, barsak, işkembe gibi iç organları.

İştar, kadın sevgililerini, tapınağın hizmetçilerini ve orospuları
Başına toplayıp gökyüzünün boğasının budu için ağlayıp yakındı.
Gılgamış, bütün silâhçı ustalarını çağırdı.
Ustalar boynuzların kalınlığına şaştılar.
Her boynuzun dökümü altmış okkalık lacivert taşındandı.
Bu boynuzların kabuğu iki parmak kalınlığındaydı.
Her ikisinin içi yedi kova yağ alıyordu.
Gılgamış, bunları yağ koyması için, tanrısı Lugalbanda’ya (69) armağan etti.

(69) Herkesin koruyucu bir tanrısı vardı (ÇN).

Bunları içeri götürdü. Tanrı sarayının içindeki kutsal yere astı.
Fırat’ta ellerini yıkadıktan sonra el ele verip Uruk kentinin sokaklarından geçtiler.
Uruk halkı onları görmek için toplandı.
Gılgamış kendi saray cariyelerine şu sözleri söyledi:
“Erkekler arasında en görkemli olan kimdir?
Yiğitler arasında en güçlü olan kimdir?”
“Erkekler arasında en görkemli olan Gılgamış’tır.
Gılgamış, yiğitler arasında en güçlü olandır.”

(Üç satır eksik)

Gılgamış, sarayında bir utku şenliği yaptı.
Yiğitler, gece karanlığında rahatça uykuya daldılar.
Engidu da uykuya daldı ve bir düş gördü.
Sonra düşünü yorarak yukarı yürüdü ve arkadaşına dedi:

(Altıncı Tabletin sonu.)

YEDİNCİ TABLET (Landsberger çevirisi)

“Arkadaş, neden ötürü yalnızca büyük tanrılar birbirlerine danıştılar?
Bu gece gördüğüm bir düşü dinle:
Anu, Enlil, Ea ve göksel Şamaş toplandılar.
Anu, Enlil’e dedi: “Gökyüzünün boğasını öldürdüklerinden,
Humbaba’yı vurduklarından
Ve dağın katranını devirdiklerinden, içlerinden birisi ölsün!”
Fakat Enlil dedi: “Engidu ölsün, ama Gılgamış ölmesin!”
Bundan sonra göksel Şamaş kahraman Enlil’e dedi:
“Onlar gökyüzünün boğasını ve Humbaba’yı senin sözün üzerine (70) öldürmediler mi?

(70) Schott, burada yalnızca Boğazköy’de ele geçen metne göre “senin” diyeceği yerde “benim” diye bir değişiklik yapmıştır. Bunun için de şu iki nedeni ileri sürmektedir:

1. Gılgamış’ın, Humbaba’nın üzerine yaptığı sefere Şamaş neden olmuştur, diyor. Hâlbuki Şamaş’ın bu sefere neden olduğunu ben, ozanımızda göremiyorum. Gılgamış bu sefere gitmeye kendi karar vermiştir. Ancak Şamaş, seferde Gılgamış’ı korumuştur.

2. Schott, Enlil’in Humbaba’yı ormana bekçi olarak koyduğunu ve onun ölümüne neden olduğunu ileri sürüyor. Buna verilecek yanıt şu olabilir: Kutsal katran devrildikten sonra, bekçiye gerek yoktur. Hem Gılgamış, katranların kerestesinden Şamaş için değil, Enlil için bir kapı yaptırmıştır. Sanatlı olarak yapılan bu kapı, Gılgamış’ın Enlil’e karşı duyduğu minnet duygusunun bir anlatımıdır (Prof. Landsberger).

Şimdi Engidu suçsuz yere mi ölecek?”
Enlil göksel Şamaş’a kızdı:
“Çünkü sen, onların dengiymişsin gibi, her gün aşağıya, yanlarına gidiyorsun!”
Hasta olan Engidu, orada Gılgamış’ın ayaklarının dibine düşüp kaldı.
Gözlerinden yaşlar boşandı.
Gözlerinden yaşlar boşanan Engidu’ya Gılgamış dedi:
“Kardeş, sevgili kardeş!
Neden kardeşimin yerine beni suçsuz saydılar?”
Öyleyse, şimdi ben bir ruh yanında mı oturuyorum?
Ruhların yeryüzüne çıktığı kapının dibinde mi oturuyorum (71)? 

(71) Açık olarak anlaşılamayan bu satırlarda, sözü edilen kapıya bir anıştırmada bulunulmuştur. Bu kapı seferin ganimetidir. Ve Enlil’e yapılacak bir sunudur. Sefer de bu ruh coşkunluğu içinde yapılmıştır. Halbuki Enlil için katlanılan bunca özveriye, güçlüğe ve yorgunluğa karşı Enlil değerbilmezlik gösteriyor. İşte bu yüzden Engidu hırsından patlıyor, ama doğrudan doğruya tanrıya dil uzatamayıp hırsını bir çocuk gibi kapıdan ve bu dramda ancak bir uşak rolü oynayan fahişeden alıyor (Prof. Landsberger).

Benim sevgili kardeşimi bundan böyle gözlerimle göremeyecek miyim?”

( Görünüşe göre bunu izleyen 13 satırlık boşlukta, belki Engidu’nun sıtma sabuklaması sırasında kendi hastalığını Humbaba’nın orman önünde duran kapıya yormuş olması anlatılmıştır.) 

Engidu, gözlerini açıp, kapılarla bir insanla konuşur gibi konuştu;
Ama ormanın kapılarında akıl ve kavrayış yoktu.
“İki kez yirmi saatlik yerden senin kerestenin iyiliğini seçtim.
Ben, yüksek katranı görünceye kadar, senin kerestenin eşine rast gelmedim.(72)

(72) Engidu’nun sözleri belki sıtma sabuklamasıyla söylenmiştir. Ancak bu sözler bir düşe özgü değildir. Tersine Engidu, büyük bir güçlük ve yorgunluk içerisinde, taşınması güç olan bir tür keresteyi, Tanrı Enlil’e bir sunuda bulunmak üzere yurda dek sürüklüyor. Bütün bu sefere atılması ve öfkesini kapıya karşı göstermesi en doğal davranıştır (Prof. Landsberger).

Senin yüksekliğin altı kez on iki endazeye varıyor. 
Senin enliliğin iki kez on iki endazeye varıyor. (73)

(73) Burada söz konusu olan ağaç değil, kapıdır. Kapının yüksekliği 12 metreden artıktır (Prof. Landsberger).

(Bir satır eksik)

Ben seni yapıp Nipur’a getirdim ve orada taktım.
Senden böyle bir iyilik göreceğimi bilseydim,
Elime bir balta alır, seni paramparça eder,
Ve Fırat üzerinde gitmek için bir sal yapardım.”

(50 satırlık boşluk… Engidu, Şamaş’tan lânetini avcının üzerine indirmesini diler:)

“… Onun kazancını yok et. Onun kollarını güçten düşür. Onun gidişini beğenme.
Peşine düştüğü hayvan ondan kaçsın; avcı gönlündekine ermesin!” 

Fahişeye, orospuya ilenmek için yüreği tutuşuyor:

“Senin yazgını orospu, sana ben yazayım.
Bir yazgı ki, sonu gelmesin; sonsuza dek sürsün!
Sana ilençlerin en kötüsünü savurayım.
Karanlık yerin ilenci sabahın erkeninde karşına çıksın!
Gece yarısına kadar zevkinin evi sana belâ olsun! (74)

(74) Orospunun kösnül davranışlarının, başına bela olmasını diliyor (ÇN).

( 8 satırlık boşluk… Anlaşılabildiğine göre Engidu’nun ilençleri fahişeyi tutuyor:)

Şehir lâğımlarındaki pislikler senin yiyeceğin olsun!
Şehirdeki bulaşık suları senin içkin olsun!
Yattığın yer sokak olsun, durduğun yer duvar gölgesi olsun!

(Bir satır eksik)

Sarhoş ve susuz, yanağına vursun!”

(10 satır boşluk)

Şamaş, onun ağzından çıkan sözleri işitince, ona gökten seslendi:
“Engidu, niçin fahişeye, orospuya ileniyorsun?
O fahişe ki, sana yaşamda gereken ekmeği yedirdi.
O, sana ülkede içilen içkiyi içirdi.
Görkemli giysi giydirip, o şanlı Gılgamış’ı sana yoldaş etti.
Şimdi senin kardeşin gibi olan arkadaşın Gılgamış,
Seni rahat yatağına yatıracaktır.
O seni görkemli bir yatakta rahat ettirecektir.
Esenlik olan bir yerde, solunda bulunan bir yerde seni oturtacaktır.
Yeryüzünün bütün hükümdarları ayaklarını öpecektir.
O, senin için Uruk halkına ah ettirip onları ağlatacak,
Mutlu kimselere çevresinde yas tutturacak ve o,
Senden sonra bedenini pis ve iğrenç bir duruma getirip,
Senin için kendinden geçerek, sırtına bir aslan postu atıp, çöllere düşecek.”
Bu anda Engidu, Şamaş’tan yiğitin sözünü işitince,
Kükreyen yüreği hemen dinginleşti.

(İki satırlık boşluk… Sonra Engidu yeniden fahişeden söz ediyor; ama görünüşe göre, bu kez Engidu, fahişeye alaylı bir dilekte bulunuyor:)

“Seni krallar ve beyler sevsin.
Kibar delikanlılar senin için çektikleri karasevdadan dizlerini dövsünler,
Ve senin yoluna saçlarını yolsunlar!
Asker ve subaylar senin için kemerlerini söksünler!
Senin başına lacivert taşı ve altın dökülsün.
Hazine bekçisi önceden üzerine işlemişken,
Şimdi onun hazinesi senin için açılsın ve serveti yoluna saçılsın!
Seni tanrıların avlusuna ben götüreyim.
Yedi çocuklu bir karı sana feda edilsin!”
Engidu’nun hasta karnı sancı içindedir.
Engidu odasında yalnız başına yatmaktadır.
Gece gördüğü düşü arkadaşına anlatıyor:
“Arkadaş, bu gece bir düş gördüm. Gök bağırdı, yeryüzü yanıt verdi.
Ben, yalnız başıma kırda kaldım. Orada asık yüzlü bir adam göründü.
Yüzü büyük bir kuşa benziyordu.
Kartal pençesi gibi, tırnaklı pençeleri vardı.”

(12 satırlık boşluktan sonra, kalan küçük bir parçadan elde edilecek sonuca göre, belki Engidu, bu adamın kendisine bir ölümün garip biçimini nasıl gösterdiğini anlatmıştır:)

“Sonra o adam, beni tümüyle değiştirdi. Kollarım sanki kuşlar gibi tüylendi.
Beni elimden tutarak; karanlığın evine, Irkalla’nın (75) oturduğu yere,

(75) Yeraltı Tanrıçasının adlarından biridir.

İçine ayak basanı bırakmayan eve, dönüşü olmayan yola,
İçinde oturanın ışıktan yoksun kaldığı eve,
Tozun besin olduğu, çamurun yemek olduğu yere,
İnsanın kuşlar gibi tüylü giysiler taşıdığı
Ve karanlık yerde ışığın görünmediği eve götürdü.
Girdiğim tozun evinde, (76), tahtlar devrilmiş, kral taçları yere atılmıştı.

(76) İnsanlar öldükten sonra toprak ve sonuç olarak toz oldukları için, burası, yani mezar, “tozun evi” diye anlatılmıştır.

Anu ve Enlil’e vekil olan,
En eski zamandan beri ülkeye egemen olan krallık tacı taşıyan beyler,
Tepelerinde kızarmış et taşıyorlar, çörek taşıyorlar,
İçmek için kırbalarında soğuk sular taşıyorlardı.
Girdiğim tozun evinde, yüksek rahipler ve bakanlar,
Kutsallık taşıyan kimseler oturuyor.
Tanrıların yakınları oturuyor, büyük tanrıların yağladığı rahipler (77) oturuyor,

(77) Tanrıların sürekli olarak ilgisini gören en yüksek rahip sınıfı belirtiliyor. 

Etana (78) oturuyor, Şumukan (79) oturuyor, Yer Tanrıçası Ereşkigal oturuyor,

(78) Etana, insanlarla hayvanların bir arada yaşadığı en eski zamanda, çobanlara krallık etmiştir. 
(79) Sürü ve çobanların tanrısı (Prof. Landsberg).
Ve bunun önünde yerin yazmanı Belitseri diz çöküyor.
Belitseri, elinde bir yazı levhası tutarak Ereşkigal’a okuyor.
O, yönünü çevirip bana baktı.”

(Bundan sonra, yaklaşık elli satırlık boşluk geliyor… Anlaşıldığına göre Gılgamış anasına sesleniyor:)

“Onunla birlikte her güçlüğe katlandım.
Onunla birlikte nerelere gittiğimi düşün!
Benim arkadaşım iyi şeyler haber vermeyen bir düş gördü.”
Onun düşü gördüğü gün, sona ermişti.
Bundan sonra Engidu bir gün, iki gün yattı.
Ölüm Engidu’nun yatak odasında oturuyor.
Beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu gün…
Engidu’nun hastalığı ağırlaştıkça ağırlaştı.
On birinci ve on ikinci gün Engidu ölüm döşeğine yattı.
Bunun üzerine Gılgamış’a bağırıp ona dedi:
“Arkadaş, ben bir ilence uğradım!
Savaşta ölen bir adam gibi ölmüyorum.
Savaştan korktuğum için şimdi onursuz ölüyorum.
Arkadaş, her kim savaşta ölürse talihlidir;
Ama ben düşkün bir durumda ölüyorum.

(Yedinci Tabletin sonu.)

SEKİZİNCİ TABLET (Landsberger çevirisi)

Gün ağarmaya başlar başlamaz, Gılgamış ağzını açıp arkadaşına dedi:

(Yaklaşık 20 satırlık boşlukta, Gılgamış, Engidu’ya gençliğini, birlikte yaptıkları işleri, özellikle Humbaba’nın ölümünü anımsatıyor. Tablet çok kırık olduğu için çevirmeye olanak yoktur. 22-50 satır tümüyle kırıktır. Bu satırlarda Gılgamış’ın, Uruk’un ileri gelenlerini Engidu’nun ölüm döşeğine çağırttığı anlatılmış olabilir.)

Bundan sonra Gılgamış şöyle haykırdı:
“Beni dinleyin! Siz, yaşlılar, beni dinleyin!
Ben Engidu için ağlıyorum. Arkadaşım için!
Ağıtçı kadınlar gibi acı sızı döküyorum.
Sen belimin satırı, elimin yayı! Kemerimin kılıcı!
Önüme siper olan kalkan! Benim bayramlık giysim!
Benim biricik sevincim!
Kötü bir düşman kalkıp beni soydu! (80)

(80) Seni elimden aldı demek istiyor.

Benim dostum,
Dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini (81) kovalayan katırcığım! (82)

(81) Yaban eşeği pek cinbaş olduğundan avlanması güçtür ve tek başına dolaşmaktadır (ÇN). 
(82) Katır, dağda kolaylıkla gezebilen bir hayvandır. Anlaşılan Engidu, becerili bir dağcı ve becerili bir yaban eşeği avcısı olduğu için, katıra benzetilmiştir (ÇN).

Ey çölün parsı! Dostum! Engidu! Yoldaşım!
Dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım!
Biz istediğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık.
Gökyüzünün boğasını yakalamış, ve onu öldürmüştük.
Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba’yı yok etmiştik!
Şimdi seni yakalayan bu uyku nedir?
Sen karanlığa gömüldün. Beni dinlemiyorsun!”
Gözünü yokladı; ama Engidu artık gözünü açmadı.
Yüreğini yokladı; yüreği atmadı…
Duyduğu acıdan aslan gibi bir böğürtü kopardı.
Tıpkı yavruları aşırılan dişi bir aslan gibi!..
O, Engidu’nun yüzüne kapanıp saçlarını yoldu ve ortalığı dağıttı.
Güzel giysilerini paralayıp yerlere fırlattı..

(Yaklaşık 80 satır boşlukta, Gılgamış’ın Engidu’yu yedi gün, yedi gece beklettiği anlatılıyor olmalı. O, acı dolu çığlıklarıyla arkadaşını yaşama geri döndüreceğini umuyordu.)

Seni rahat yatakta yatıracağım!
Evet, seni görkemli bir yatakta rahat ettireceğim!
Evet, bir onur konumunda seni dinlendireceğim,
Esenlik olan bir yerde!
Solumda bulunan bir yerde seni oturtacağım!
Yeryüzünün bütün hükümdarları senin ayaklarını öpsünler!
Senin için Uruk halkına yas tutturacağım;
Mutlu kimselere çevrende acı dolu çığlıklar attıracağım,
Ve ben, senden sonra
Bedenimi pis bir duruma getirip senin için kendimden geçeceğim.
Sırtıma bir aslan postu alıp çöllere düşeceğim.”

( Bundan sonra 137 satırlık bir boşluk geliyor ki, bu boşlukta Engidu’nun gömülmesi anlatılmış olmalıdır. Aşağıdaki dört satırın ne anlattığını bilmiyoruz).

Gün ağarır ağarmaz, dışarı, Elemmaku’dan (83) yapılmış büyük bir sofra çıkardı.

(83) Bir tür ağaç (ÇN).

Akikten bir fincanı balla doldurdu.
Lacivert taşından bir fincanı tereyağla doldurdu.

(Tabletin geri kalan 25 satırı kırılmıştır).

(Sekizinci Tabletin sonu.)

DOKUZUNCU TABLET (Landsberger çevirisi) 

Gılgamış, arkadaşı Engidu için acı gözyaşları döküp kırlara koşarak dedi:
“Ben ölmeyecek miyim? Ben de Engidu gibi ölmeyecek miyim?
Gönlümü üzüntü kapladı. Bana ölüm korkusu geldi.
Şimdi kırlara koşuyorum.
Ubar- Tutuş’un oğlu Utnapiştim’e gitmek için yol aldım.
İvedilikle oraya gidiyorum.
Dağın geçitlerine gece vardım. Aslanları görüp korkuttum.
Başımı yukarı kaldırıp Ay Tanrısı’na yalvardım.
Bu yalvarışım bütün tanrılara yöneldi:
Korkulu yerde beni sağ bırakın!”
Gılgamış sonunda uykuya daldı ve gördüğü bir düşü onu irkiltip uyandırdı.
Gılgamış şöyle bir düş gördü:
O ayın parlak ışığında yürüyerek bir sürü aslana rastladı.
Bunları görünce yaşamından zevk aldı;
Satırını kaldırıp koluna astı
Ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp aslanların arasına daldı.
Bunlardan ikisini öldürüp gerisini dağıttı. (84)

(84) Bu aslan olayı, geriye kalan ve yok denebilecek kadar silik olan izlerden çıkarılmıştır, bununla birlikte tamamladığımız, bu kırık ve belirsiz yer, son zamanlarda ele geçen Etice yazılmış bir metin parçasıyla doğrulanmış görünüyor.

Öldürülen bu iki aslanın yeşim taşından yontularını yaptı.
Yontuları boyadı ve üzerlerine aslanların adlarını kazıdı.
Birisine …, ötekine de … dedi ve her iki yontuyu,
Gece kendisini aslanların tehlikesinden koruması için,
Ay Tanrısı’na armağan etti. (85) 

(85) Gılgamış’ın düşü burada bitmiş gibi görünüyor.

(22 satırlık boşluk… Gılgamış bir dağa geldi.)

Dağın adı Mâşu’dur. (86)

(86) İkizler dağı.

Gılgamış bu Mâşu dağına gelince,
Günü gününe güneşin çıkmasını ve girmesini bekleyen (87),

(87) Maşu dağı çatal biçimindedir. Güneş bu çatalın arasından çıkıyor (Prof. Landsberger).

Başları gökyüzüne kadar yükselen
Ve göğüslerine kadar cehenneme batmış bulunan
İki akrep insanın, bu dağın kapısını beklediklerini gördü.
Bunlar öylesine korku vericiydi ki, korkudan yüzlerine bakılmazdı.
Bunların görünüşü ölümdür.
Bunların korkunç görünümü tüyleri ürpertiyor ve dağları deviriyor.
Bunlar, güneşin dağdan çıkmasını da ve dağa girmesini de bekliyorlar.
Gılgamış, bunları görünce korkudan ve dehşetten gözü karardı
Ve o, aklını başına toplayıp bunların yanına yaklaştı.
Akrep Adam karısına seslendi:
“Buraya, bize gelenin vücudu tanrı etinden midir?”
Akrep Adam’ın karısı ona yanıt verdi:
“Onda üçte iki tanrılık, üçte bir insanlık vardır!”
Akrep Adam, insan yüzlü, tanrıların çocuğuna seslenip şu sözleri söyledi:
“Neden ötürü bu denli uzun yol yürüyüp buraya benim yanıma kadar geldin?
Geçit vermez ırmakları geçtin?
Başına gelenleri bilmeyi pek isterdim.”

(28 satırlık boşluk… Gılgamış yanıt verdi:)

Utnapiştim için, atam olan Utnapiştim’in yolunda!
O, tanrıların arasına girdi
Ve tanrıların toplantısında yaşama kavuştu.
Ondan ölüm ve yaşamı soracağım!”
Akrep Adam ağzını açıp Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış, bunu bilecek insan yoktur!
Dağların kapuzuna (88) kimseler girmedi.

(88) Dağlarda bulunan iki yanı dar ve yüksek yarmalar (ÇN).

Dağların içinde iki kez on iki saat uzaklığında bir boğaz vardır;
İçi koyu karanlıktır. Işık yoktur.
Güneş doğduğu zaman dağın kapısı açılır,
Battığı zaman kapı kapanır.” 

(73 satırlık boşluk…. Görünüşe göre Gılgamış Akrep Adam’a yalvarıp yakararak dağdan geçmek için izin almak gereğini duymuştur.)

Akrep Adam konuşmak için ağzını açıp Gılgamış’a şu sözleri söyledi:
“Yürü Gılgamış, korkma! Sana Mâşu dağlarının yolunu açıyorum.
Dağları ve tepeleri güvenerek aş!
Ayakların seni sağlıkla yurda götürsün!
Dağın kapısı önünde açılsın!”
Gılgamış bunu duyar duymaz, Akrep Adam’ın sözüne uyup,
Şamaş’ın yolunda dağın kapısından içeri ayak bastı.
O, iki kez yedi saat ileri gidince, koyu karanlığa düştü.
Işık görünmedi.
Küçük bir ışık sızıntısı karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi.
O, iki kez sekiz saat ileri gidince yorgunluktan soluyordu;
Fakat karanlık koyuydu, ışık yoktu.
O, iki kez dokuz saat ileri gidince, onun alnına kuzey yeli vurdu.
O, iki kez on saat ileri gidince, kapıya yaklaştı…

(Bir satır eksik)

O, iki kez on bir saat ileri gidince, güneş girmeden, o dışarı çıktı. (89)

(89) Gılgamış, karanlık boğazdan geçerken güneşle karşılaşmamak için adımlarını sıklaştırıyordu. 

O, iki kez on iki saat ileri gidince, aydınlık parlıyordu.
O, cins taşlarla dolu bir bahçeye girdi.
Bunların görkemini görünce rahatladı.
Akikten meyveler taşıyan üzüm salkımları (90) dallarda asılıdır. 

(90) Üzüm salkımı gibi akikler.

Görünüş çok hoştu.
Lacivert taşı goncalar taşıyor, meyveler taşıyor;
Görünüşü bir zevktir.

(6′ncı sütunun küçük kalıntıları cins taşlar bahçesini sonuna dek betimliyor.)

(Dokuzuncu Tabletin sonu.)

ONUNCU TABLET (Landsberger çevirisi)

Sâkiye Siduri (91), denizin ıssız bir köşesine yerleşmiştir.

(91) Bir tanrıça olan bu Sakiye, mitolojik bir kişidir; günlük dönüşü sırasında, yorgunluğuna karşı güneşe taze bir içki sunar. (Prof. Landsberger). 

O tahtında oturuyor.
Sâkiye için ağaçtan ayaklar yapılmıştır.
Bu ayaklar üzerine altından yapılmış şıra fıçıları konmuştur.
Tanrıça sık bir duvak örtünmüştür. Yüzü görünmemektedir.
Gılgamış koşup onun yanına geldi.
Kirle örtülüdür. Bir posta bürünmüştür.
Bedeninde tanrı eti vardır.
Gönlü üzgündü. Yüzü uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne benziyordu.
Sâkiye, onu uzaktan görünce içinden düşünerek kendi kendisine şöyle söylendi:
“Her halde bu adam bir yabanıl hayvan öldürücüsüdür;
Ama yolu neden buraya düştü?”
Sâkiye onu görünce, kapıyı dışardan ve içerden sürgüledi.
Ancak Gılgamış onun ne yaptığına iyice dikkat etti.
O, çenesini kaldırıp bağırmaya başladı.
Gılgamış ona, Sâkiye’ye seslendi:
“Sâkiye, ne gördün de kapını sürgüledin?
Kapını sürgüleyip, sürgü üstüne sürgü vurdun.
Senin iç kapını döverim ve sürgüsünü kırarım!”

( Bundan sonraki boşlukta, olasıdır ki, Şamaş’ın günlük dönüşü sırasında Sâkiye Siduri’ye uğradığı zaman Siduri’nin Gılgamış hakkında Şamaş’a verdiği bilgi anlatılmıştır).

“O, yabanıl hayvanları avlayıp postlarını giyiyor ve etlerini yiyor.
Gılgamış şimdiye dek hiç kimsenin varamadığı hedefe ne zaman varacaktır?
Ne zaman uygun yeli izleyecektir?”
Şamaş düş kırıklığına uğrayarak ona dönüp, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış, nereye koşuyorsun?
Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın!”
Gılgamış ona, yiğit Şamaş’a dedi:
“Kırlarda şuraya buraya koştuktan ve dolaştıktan sonra,
Yerin altında başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım?
Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor.
Kendimi güneşin aydınlığına kandırmak istiyorum.
Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır.
Fakat ölüm, ne zaman güneşin ışığını görebilmiştir?

( Bundan sonraki boşlukta, Şamaş’ın Gılgamış’a avutucu bir yanıt verip vermediği pek belli değildir. Bu arada Şamaş gittikten sonra Gılgamış Sâkiye Siduri’yle yine başbaşa kalmıştır).

Gılgamış ona, Sâkiye’ye dedi:
“Ben gökyüzünden aşağıya inen boğayı yakalayıp yok ettim.
Ben katran ormanının bekçisini vurdum.
Katran ormanında oturan Humbaba’yı öldürdüm.
Dağların geçidindeki aslanları öldürdüm.”
Sâkiye ona, Gılgamış’a dedi:
“Eğer sen bekçiyi vuran,
Katran ormanında oturan Humbaba’yı öldüren,
Dağların geçidindeki aslanları öldüren,
Gökyüzünden aşağı inen boğayı yakalayıp yok eden Gılgamış’san,
Ne diye yanakların erimiş?
Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil?
Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlünde üzünç var?
Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş?
Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş?
Ne diye krallığı unutup kırlarda dolaşıyorsun?”
Gılgamış ona, Sâkiye’ye dedi:
“Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım,
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu,
İnsanlığın yazgısına kavuştu. (92)

(92) Öldü (Prof. Landsberger).

Onun için gece ve gündüz ağladım.
Onun gömülmesine razı olmadım.
Acaba arkadaşım sesime uyanacak mı diye.
Yedi gün yedi gece böyle yaptım.
Burnundan kurtlar düşünceye kadar.
O, oraya gitti gideli yaşamı bulamadım.
Bir haydut gibi kırların ortasında dolaşıyorum.
Sâkiye, şimdi senin yüzüne bakıyorum.
Sonsuz derdim olan ölümü görmeyim diye!”
Sâkiye ona, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış nereye koşuyorsun?
Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın.
Tanrılar insanları yarattığı zaman,
Onlar insanlara ölümü verip yaşamı kendi ellerinde tuttular.
Ey Gılgamış! Karnın dolu olsun, gece gündüz kendini eğlendir!
Her gün bir şenlik yap! Gece gündüz hora tepip oyna!
Üstün temiz olsun. Başın yıkansın. Suyla yıkanmış ol!
Elindeki küçüğe bak. Karın kucağında gününü görsün!”

(Küçük boşluk)

Gılgamış ona, Sâkiye’ye dedi:
“Şimdi, Sâkiye, Utnapiştim’e giden yol hangisidir?
Haydi bana onun simini (93) ver!

(93) Sim, im ve belirti anlamlarına gelir. Bu sözcüğü bir Türkmen’den duymuştum (ÇN).

Bana simi versene!
Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçip gideyim!
Sâkiye ona, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış, şimdiye dek böyle bir geçit yoktu.
Eskiden beri denizi hiç kimse aşmamıştır.
Denizi aşan yalnızca yiğit Şamaş’tır.
Şamaş’tan başka, öte geçeye kim gider?
Geçiş güçtür. Deniz yolu çetindir.
Bundan başka orada ölüm suyu da vardır.
Bu, denizin önünü kapar!
Gılgamış, şimdi denizi aşsan bile,
Ölüm suyuna varsan bile, yine ne yapacaksın?
Gılgamış orada bir Urşanabi var.
O, Utnapiştim’in gemicisidir.
Onunla birlikte Taştankiler (94) var.

(94) Taştankilerin ne oldukları belli değildir; ancak, metnin bağlamından bunların kürekçi oldukları çıkarılabilir. Çünkü ölüm suyunun damlası bir insana sıçrayınca, o insanı öldürüyor. Dolayısıyla, böylesine tehlikeli suyu geçmek için belki taştan kürekçiler kullanılmıştır (Prof. Landsberger).

Urşanabi, orman içinde kertenkeleyi toplar.
Onu sen kendin bulmalısın.
Olursa onunla birlikte aş; olmazsa geri dön!”
Gılgamış bunu duyar duymaz, satırını kaldırıp koluna astı
Ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp ormanın içine dalarak,
Taştankilerin yanına indi ve bir ok gibi onların arasına düştü.

(Belki küçük bir boşluk)

O hırsla onları darmadağın etti.
Bu sırada Urşanabi geri dönüp Gılgamış’ın tepesine dikildi.
Ve onun gözlerine baktı.
Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:
“Söyle bakalım senin adın nedir?
Ben uzaktaki Utnapiştim’in kölesiyim!”
Gılgamış ona, Urşanabi’ye dedi:
“Benim adım Gılgamış’tır.
Ben, Anu’nun evi olan Uruk’tan gelenim.
Ben, dağlarda iz güdenim.
Uzun bir yoldan, güneşin çıktığı yoldan gelenim.
Urşanabi, şimdi seninle yüz yüzeyim.
Bana uzaktaki Utnapiştim’i göster!”
Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:
“Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış?
Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış?
Ne diye gönlün üzgün?
Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş?
Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş?
Ne diye krallığı unutup kırlara düşüyorsun?”
Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, yanaklarım erimesin mi, yüzüm çarpılmasın mı?
Gönlüm üzgün olmasın mı?
Yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi?
Yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi?
Krallığı unutup kırlara düşmeyim mi?
Benim dostum,
Dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım!
Ey çölün parsı! Dostum Engidu! Yoldaşım!
Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım!
Biz isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık.
Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük.
Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba’yı yok etmiştik.
Dağların yolaklarında aslanlar vurmuştuk!
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım;
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan aşırı sevdiğim Engidu’yu,
İnsanlığın yazgısı yakaladı.
Onun için altı gün yedi gece ağladım.
Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar.
Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum.
Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm.
Arkadaşımı düşünmek beni daha çok sıktığından,
Kırlarda uzun yolculuk yapıyorum.
Engidu’yu düşünmek beni daha çok sıktığından,
Kırlarda uzun yollar yürüyorum!
Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım?
Kırlarda şuraya buraya koştuktan sonra,
Yerin altına başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım?
Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor.
Kendimi güneşin aydınlığına kandırmak istiyorum.
Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır.
Ama ölü, ne zaman güneşin ışığını görmüştür?”
Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Şimdi, Urşanabi, Utnapiştim’e giden yol hangisidir?
Haydi bana onun simini ver!
Bana simi versene!
Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçip gideyim!”
Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:
“Ey Gılgamış, kendi ellerin geçişe engel oldular!
Sen Taştankileri darmadağın ettin… sen kürekçileri yok ettin.
Taştankiler darmadağın oldukları için geçit yoktur!
Gılgamış, baltayı eline al!
Hemen aşağı ormana geri git, karşına çıkacak olan
Beş kez on iki endaze uzunluğundaki yüz yirmi küreği kes,
Ve sonra onlara meme biçiminde ayna (95) yapıp bana getir!”

(95) Küreğin suya giren enli bölümü. Destan dönemlerinde bu aynaların türlü biçimlerde yapıldıklarını, ele geçen resim ve kabartmalardan anlıyoruz. Nuh’un gemisinin kullandığı küreklerin aynasının da meme biçiminde olduğunu, bu destandan öğreniyoruz (ÇN).

Gılgamış, bunu duyar duymaz baltayı eline aldı
Ve belinden kılıcı sıyırıp aşağı, ormana geri gitti.
Beş kez on iki endaze uzunluğunda gördüğü yüz yirmi küreği kesti.
Ve onlara meme biçiminde ayna yapıp Urşanabi’ye getirdi.
Gılgamış ve Urşanabi gemiye bindiler.
Gemiyi dalgaların üzerine oturtup denize açıldılar.
Bir ay on beş günlük yol üç günde kestirildi.
Urşanabi, böylece ölüm suyuna dek vardı.
Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:
“Sakın Gılgamış! Bir kürek al!
Ölüm suyu eline değmesin.
Gılgamış ikinci küreği, üçüncü ve dördüncü küreği al!
Gılgamış, beşinci küreği al! Altıncı ve yedinci küreği al!
Gılgamış, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu küreği al!
Gılgamış, on birinci küreği, on ikinci küreği al!”
Gılgamış, böylece bu yüz yirmi küreği kullanmıştı.
O, bu sırada kemerini çözdü…
Gılgamış, üstündeki giysiyi çıkarıp,
Geminin anbarını (sintine) pençesiyle boşaltarak gemiyi yukarı kaldırdı.
Utnapiştim, onu uzaktan görünce, içinden kendi kendine şöylece söylendi:
“Geminin Taştankileri niçin kırılmış?
Geminin sahibi olmayan biri niçin gemiye bindi?
Buraya gelen benim adamlarımdan biri değildir.”

(Üç satır eksik)

“…gönlün benden ne diliyor?”

(20 satırlık boşluk…)

Gılgamış Utnapiştim’e vardı
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış?
Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış?
Ne diye gönlün üzgün?
Ne diye yüzün, uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş?
Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş?
Ne diye krallığı bırakıp kırlara düşüyorsun?”
Gılgamış ona, Utnapiştim’e dedi:
“Utnapiştim, yanaklarım erimesin mi, yüzüm arıklamasın mı?
Gönlüm üzgün olmasın mı?
Yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi?
Yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi?
Krallığı unutup kırlara düşmeyim mi?
Benim dostum,
Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım!
Ey çölün parsı! Dostum Engidu! Yoldaşım!
Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım!
Biz, isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık.
Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük.
Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba’yı yok etmiştik!
Dağların yolaklarında aslanları vurmuştuk!
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu’yu,
İnsanlığın yazgısı yakaladı.
Onun için altı gün yedi gece ağladım.
Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar.
Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum.
Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm.
Arkadaşımı düşünmek, beni daha çok sıktığından,
Kırlarda uzun yolculuk yapıyorum!
Engidu’yu düşünmek, beni daha çok sıktığından,
Kırlarda uzun yollar yürüyorum!
Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım?
Sevdiğim arkadaşım toprak oldu!
Sevdiğim arkadaşım Engidu toprak oldu!
Ben de onun gibi yatmayacak mıyım
Ve onun gibi sonsuza dek uyumayacak mıyım?”
Gılgamış ona, Utnapiştim’e dedi:
“Hadi gidelim.
Herkesin ağzında dolaşan, uzaktaki Utnapiştim’i görmek istiyorum. (96)

(96) Gılgamış, Utnapiştim’i tanımıyor; karşılaştığını başka biri sanıyor (Prof. Landsberger). 

Bütün ülkeleri yürüyerek geçtim. Sarp dağlar aştım.
Bütün denizleri geçe geçe geldim. Gözlerim tatlı uykuya doymadı.
Her zaman gecelemeden özeğim tükendi. Organlarımı sızı kapladı.
Daha Sâkiye’nin evine varmadan üstüm başım paralandı.
Ayı, sırtlan, aslan, pars, kaplan, yağmurça ve dağ keçisi öldürdüm.
Bunların etlerini yiyip derilerini giyiyordum.
Çektiğim bu yıkım, artık önüme kapısını kapasın.
Zift ve katran bu kapıyı tıkalı tutsun.
Artık bana çocuk sevinci verilsin.”

(Bir satır anlaşılmamıştır)

Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ey Gılgamış,
Sen bir tanrı çocuğu olduğun halde niçin yoksulluğa düştün?
Niçin tanrıların ve insanların alınyazılarına karşı geliyorsun?
Baban ve anan sana hep iyi şeyler gösterdi.
Ey Gılgamış, niçin aptala döndün?

(30 satırdan çok süren bir boşluktan sonra, Utnapiştim’in sözü kesilmiyor gibi görünüyor:)

Kızgın ölüm, insanı sinsi sinsi hep arkadan izler.
Herhangi bir zamanda bir ev yaparız,
Herhangi bir zamanda bir belge damgalarız.
Herhangi bir zamanda kardeşler arasında miras pay ederler.
Herhangi bir günde bu kardeşler arasında kavga çıkar. (97)

(97) Bu, dünyanın geçici olduğuna bir örnektir. Bir aile ve bir mal kuruluyor, bunlar sonuçta yok oluyor.

Herhangi bir günde ırmak taşar ve ülkeyi su basar.
Balıkçıl kuşları ırmak boyunca uçarlar.
Irmağın yüzü güneşin yüzüne bakar;
Ama, eskiden beri hiçbir şeyde kararlılık görülmez. (98)

(98) Dünyanın gelip geçici oluşu, ırmağın akışıyla karşılaştırılmak istenmiyor.

Çalınan da, ölen de birdir. Ölümün biçimi çizilmez!
Be hey insan oğlu! Be hey adam!
Beni kutsadıktan sonra, (99) büyük tanrılar olan Anunnaki (100) toplandı.

Yazgıyı oluşturan And (101) tanrıçası,

(99) İlerde de göreceğimiz gibi, Utnapiştim’e ayrıcalıklı davranıp ona sonsuz dinçliği verdiler; ancak o zamandan beri, tanrıların bu ilgisini bir daha kimse kazanamadı.
(100) Anunnaki: Gök tanrılarının tersine olarak yeraltı tanrılarıdır. (Prof. Landsberger).
(101) And: Değişmeyen yazgının simgesidir. Her kim günah işlerse, içtiği andı bozmuş olur. İnsanlar günahlı olduklarına göre, yazgıları değişir demektir (Prof. Landsberger).


Onlarla birlikte alınyazısını belirledi.
Ölümü ve yaşamı onlarla birlikte saptadı; ama onlar ölümü bildirmediler.”

(Onuncu Tabletin sonu.)

ON BİRİNCİ TABLET (Landsberger çevirisi) 

Gılgamış ona, uzaktaki (102) Utnapiştim’e dedi:

(102) Nuh Peygamber, dağların, denizlerin ve ölüm suyunun arkasında bulunduğu için, kendisi böyle niteleniyor. (ÇN)

“Utnapiştim, sana bakıyorum, biçimin başka değil; benim gibisin.
Evet, benden ayrı değilsin, benim gibisin!
Senin yüreğin savaş için yaratılmıştır!
Nasıl oluyor da böyle sırt üstü yatıyorsun? Anlat!
Tanrıların toplantısında yaşamı aramaya nasıl karar verdin?”
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Tanrıların gizini söyleyeyim:
Şurippak, (103) senin bildiğin bir kent, Fırat’ın kıyısındadır.

(103) Şurippak, Uruk’un yaklaşık 30 km. kuzeybatısında, bugün Fara denen bir örendir. (ÇN)

Bu kent çok eskiden varken, tanrılar bu kentin yanındaydılar.
Tanrıların aklına bir tufan yapmak geldi.
Bunların babaları soylu Anu, hükümdarları yiğit Enlil,
Büyük vezirleri Ninurta, su yolcuları Ennagi
Ve Bilge Ea da onların toplantısında yer aldı.
Ea, tanrıların verdikleri kararı, kamıştan bir çite anlattı:
“Kamış çit, kamış çit! Duvar, duvar!
Kamış çit dinle, duvar anımsa! (104)
Şurippaklı Ubar-Tutu’nun (105) oğlu, (106)

(104) Ozan burada, bir masal örgesinden yararlanmıştır. Yelden sallanan kamışlar, sesi insanlara iletiyor.
(105) Ubar-Turu: Babillilerin geleneğine göre, 18000 yıl saltanat süren Tufan’dan önceki son söylencesel kraldır. (Prof. Landsberger)
(106) Nuh Peygamber’i çağırıyor. Tanrılar toplantısında verilen kararı, gevezelik edip Nuh’un kulağına iletiyor. (ÇN)

Evi sök! Bir gemi yap!
Serveti bırak! Yaşamı ara!
Mülkten nefret et! Canını kurtar!
Canlı yaratıkların her türünden geminin içine yükle!
Yapacağın geminin her yanı uyumlu bir ölçüde olsun!
Onun eni ve boyu bir ölçüde olsun!
Yağmura karşı onun her yanına bir çatı kur.”
Ben, bunu anlar anlamaz Ea’ya, efendime dedim:
“İyi, anlaşıldı efendim.
Şimdi bana ne dedinse, iyi dikkat ettim.
Ben yapacağım. Fakat, kent halkı ve yaşlılar sorarsa ne diyeyim?”
Ea, konuşmak için ağzını açıp bana, kölesine dedi:
“Be adam, insanlara şöyle dersin:
Sanırım Enlil benden nefret etmeye başladı.
Bunun için sizin kentinizde artık kalmayacağım.
Enlil’in toprağına artık ayak basmayacağım.
Apsu’ya (107) inmek istiyorum.

(107) Apsu: yerin altındaki tatlı su okyanusudur; aynı zamanda yerin üstündeki yağmur suyunun da havuzudur. Ea, hem bu havuzun ve hem de bu okyanusun beyidir. (Prof. Landsberger)

Orada beyim, Ea’nın yanında kalacağım.
Ea, üzerinize bir bereket yağmuru yağdıracaktır.
Bundan sonra, tufan, kuşların saklı yuvalarını, ve balıkların sığınaklarını
Size getirecek. Ve bol ürün alacaksınız.
Bulutları güden bey, üstünüze gerçek bir buğday yağmuru yağdıracaktır.”
Halk çevresine toplandı.

( Bundan sonraki 4 satırda yaşlıların ve gençlerin gemiye gerekli gereçleri taşıdıkları anlatılmaktadır.)

Küçük yavrular bile gemi için zift taşıyorlardı.
Güçlü erkekler gemiye yedek kereste getiriyorlardı.
Beşinci günde geminin kaburgasını oluşturdum.
Geminin temeli (omurgası) bir iku (108) genişliğindeydi.
Kenarları (küpeştesi) iki kez on kamış (109) yüksekliğindeydi.

(108) 3528 metre kare.
(109) Kamış: bir ölçüdür; yaklaşık üç metre uzunluğundadır.

Üst güvertesi de alt güverteye tümüyle eşitti.
Bunun da her yanı, iki kez on kamış uzunluğundaydı.
Bundan sonra geminin dış yüzünü (bordasını) hazırladım ve onları boyadım.
Gemiyi altı katlı yaptım.
Geminin alt ve üst güvertelerini yedi bölüme ayırdım,
Ambarını da dokuza böldüm.
Ortasına da su kazıkları çaktım. (110) Güzel kürek seçtim.

(110) Geminin bu parçasının ne olduğu açık olarak anlaşılmıyor; “su kazıkları” diye sözcük sözcüğe çevirdik.

Ve geminin yedeklerini ambara koydum.
Eritmek için kazana 21600 …… zift döktüm. (111)

(111) Bu ölçünün ne olduğu belirtilmiyor. (Prof. Landsberger)

Bunun yarısını saf zift olarak gemiye sakladım.
Tekneciler, gemiye 10800 şırlık (112) getirdiler.

(112) Susam yağıdır. Bu yağla güzel börek kızartılır. Nitekim Nuh peygamber de bununla peksimet kızarttırmış olduğunu söylüyor. (ÇN)

Bunun üçte biri peksimet kızartmak için harcandı;
Üçte ikisini de gemici sakladı.
İşçilere çok sığır kestim. Ve her gün koyun boğazladım.
Ustalara, ırmak suyu gibi bira, rakı, şırlık ve şarap akıtıldı.
Bunlar, Nevruz bayramına benzer bir bayram kutladılar.
Ustayı yağlamak için kendi elimi de bulaştırdım.
Gemi yedinci günde tamam oldu.
Gemiyi kızaktan indirmek güç oldu.
Çünkü, geminin üçte ikisi suya girinceye dek,
Onu, kızak üzerinde aşağıdan ve yukarıdan itmek zorunluğu vardı.
Elime geçen her şeyi içine yükledim.
Elime geçen her gümüşü içine yükledim.
Elime geçen her altını içine yükledim.
Bütün soyumu, sopumu ve kavmimi gemiye bindirdim.
Yazının yabanıl, yazının evcil hayvanlarını ve bütün ustaları gemiye aldım.
Şamaş, bana bir süre verdi:
Bulutları güden, akşamleyin bir buğday yağmuru yağdıracak diye.
O zaman gemiye bin ve kapını kapa diye.
Bu süre yaklaştı.
Bulutları güden, akşamleyin buğday yağmurunu yağdırıyordu.
Ben havanın yüzüne baktım. Hava, bakılmayacak kadar korkunçtu.
Ben geminin içine bindim ve kapımı kapadım.
Gemici Pusur-Amurri’ye, gemiyi yaptığından dolayı,
Sarayı her şeyiyle teslim ettim.
Artık gökten kara bulutlar yükseldi.
Bulutların içinde Adad (113) gürledi.

(113) Fırtına Tanrısı.

Şullat ve Haniş, (114) tanrıların kafilesini çekiyorlardı.

(114) Şullat ve Haniş: Fırtına Tanrısı’nın yanında olan iki küçük tanrı.

Saray uluları, bunların peşi sıra dağları ve ovaları aşıyorlardı.
Büyük İra, (115) bütün bentlerin kazıklarını çekti.

(115) İra: savaşı ve hastalığı insanların başına saran bir tanrıdır. (Prof. Landsberger)

Ninurta da ilerleyip büyük havuzun sularını boşandırdı.
Anunnaki tanrıları, meşaleleri yukarı kaldırıyorlardı.
Tanrıların saçtıkları ışın, ülkeyi kızıla boğuyordu.
Fırtına tanrısının saçtığı yalım, gökyüzünü yalıyordu.
Bütün güneşin ışıklarını kararttılar.
Büyük fırtına, ülkeyi bir çanak gibi parçaladı.
Bir gün karayel esip hepsini sildi süpürdü.
Sonra birdenbire poyraz esip ülkenin altını üstüne getirdi.
Rüzgârlar insanların tepesinde savaş edercesine çarpıştılar.
Kimse kimseyi göremiyordu. Ve gökten bakılınca insanlar tanınmıyordu.
Tanrılar bile tufandan korkarak geri çekildiler.
Ve göğün en yüksek katına kadar çıktılar.
Tanrılar, orada bir köpek gibi kıvrılmışlardı.
Göğün en son eteklerinde büzülüp yatıyorlardı.
İştar çocuğuna ağlayan bir ana gibi bağırıyordu.
Tanrıların ecesi, güzel sesiyle âh ediyordu:
Yazık o güne! O gün çirkef olsun!
Benim, tanrılar meclisinde kötülük buyurduğum o gün!
Ben nasıl oldu da tanrılar toplantısında kötülük buyurdum?
Nasıl oldu da insanları yok etmek için bu savaşımı buyurdum?
Benim sevgili insanlarım,
Denizi balıklar gibi doldursunlar diye mi doğuyordu?
Anunnaki tanrıları onunla birlikte âh ediyorlardı.
Onlar, yerlerinde ağlayarak oturuyorlardı.
Dudakları çatlamıştı. (116) Ve ağızlarından buhar çıkıyordu.

(116) Korkularından (Ç.N.).

Fırtına ve tufan, altı gün, yedi geceyi geçti.
Fırtına yurdu silip süpürüyordu.
Artık yedinci gün gelince tufan fırtınası savaşımı durdurdu.
Önceden dalgaları bir ordu gibi birbiriyle savaşan deniz, şimdi dinginleşti.
Kötü rüzgâr dindi ve tufan sona erdi.
Havaya baktığım zaman ortalıkta sessizlik vardı.
Ve bütün insanlık çamur olmuştu. Suyun bastığı yüzey, dümdüzdü.
Bunun üzerine hava deliğini açtığım zaman,
Güneşin sıcağı burnumun kanatlarına vurdu.
Diz çöküp oturdum ve ağladım.
Gözyaşlarım burnumun kanatlarından akıyordu.
Sonra ufuklara bakarak denizin kıyısını aradım.
Her yana on iki kez on iki defa bakınca denizden bir ada yükseldi.
Sonunda gemi Nissir (117) dağına oturdu.

(117) Nissir Dağı: Bugünkü Irak ve İran sınırında, Rumiye Gölü’nün güneyinde bulunan yüksek dağlardan biri olsa gerekir. Bu yazma, İsrailoğulları yazmasından ayrılıyor. İsrailoğulları yazmasına göre, Nuh’un gemisi, Ağrı Dağı’nın üstüne oturmuştur. (Prof. Landsberger) Kur’an-ı Kerim’e göre de Cudi Dağı’na.

Nissir dağı gemiyi tutup onu sallanmaya bırakmadı.
Birinci gün, ikinci gün Nissir dağı gemiyi tuttu,
Ve onu sallanmaya bırakmadı.
Üçüncü gün, dördüncü gün, Nissir dağı gemiyi tuttu
Ve onu sallanmaya bırakmadı.
Beşinci ve altıncı gün Nissir Dağı gemiyi tuttu
Ve onu sallanmaya bırakmadı.
Yedinci gün gelince, dışarı bir güvercin çıkarıp uçurdum.
Güvercin gitti, geldi.
Onca konacak bir yer belli olmayınca geri döndü.
Dışarı bir kırlangıç çıkarıp uçurdum.
Kırlangıç gitti, geldi.
Onca konacak bir yer belli olmayınca geri döndü.
Dışarı bir karga çıkarıp uçurdum.
Karga gidip bir keliyi (118) gagaladı.

(118) Keli: Suların, bataklıkların, çamurlu tarlaların ortasındaki kuru yerlere dendiği gibi, su altı olmayan dik tarlalara da “keli tarla” denir. (ÇN)

Bundan sonra dört rüzgâr yönüne her şeyi dışarı salıverip bir kurban kestim.
Dağın tepesinde bir tütsü sungu hazırladım.
Artık yedi ve nice yedi sungu küpleri yerleştirdim.
Bu küplerin taslarına
Güzel kokulu kamış, katran sakızı ve mersin kokusu (myrte) döktüm.
Tanrılar bu güzel kokuyu aldılar.
Tanrılar, kurban verenin tepesinin üstünde sinekler gibi toplandılar.
Büyük tanrıça oraya gelir gelmez,
Kendi zevki için yaptığı büyük gerdanlığı yukarı kaldırdı:
“Siz oradaki tanrılar!
Ben boynumda taşıdığım bu gerdanlığın taşlarını nasıl unutmuyorsam,
Bu günleri de sonsuza dek anımsayacağıma ve asla unutmayacağıma ant içerim!.
Bütün tanrılar bu güzel koku sungusuna gelsinler.
Ama, Enlil bu sunguya gelmesin!
Çünkü körü körüne tufan yaptı ve insanlarımı yıkıma uğrattı!”
Enlil oraya gelir gelmez, gemiyi görünce öfkelendi.
İgigi tanrılarına son derecede kızdı:
“Buradan bir can kurtulmuştur. Bu yıkımdan kimse kurtulmamalıydı!”
Ninurta, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e, yiğite dedi:
“Böyle bir şeyi Ea’dan başka kim bulup düşünebilirdi?
Her beceriyi, her hileyi yalnızca Ea bilir.”
Ea, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e, yiğite dedi:
“Ey tanrıların büyük üstadı, ey yiğit Enlil!
Ah, nasıl olur da sen körükörüne tufan yaptın?
Onun suçunu suçluya yüklet! Kelepçesini gevşet ki etini kesmesin.
Yine kelepçesini çek ki daha gevşek olmasın! (119)

(119) Ea, insanlara kızıp tufan yapan Enlil’e, bu seslenişiyle adalet yolunu salık veriyor. Herkesi suçuna göre cezalandırmayı anımsatıyor. Ve yaptığı tufanla gösterdiği adaletsizliği Enlil’in yüzüne vuruyor.

Senin yaptığın bu tufan yerine,
Bir aslan kalkıp insanları azaltsa daha iyiydi!
Senin yaptığın bu tufan yerine,
Bir kurt kalkıp insanları azaltsaydı, daha iyiydi!
Senin yaptığın bu tufan yerine,
Veba tanrısı kalkıp insanlara bulaşsaydı, daha iyiydi!.
Ben, büyük tanrıların gizini açığa vurmadım!
Aklı pek çok olana (120) bir düş gösterdim.

(120) Akatçası “Atrahasis” olan sözcüğü böyle çevirdik. Bu sözcük, Nuh Peygamber’in sanlarından biridir.

O, böylece tanrıların gizini öğrendi.
Şimdi onun için bir karar vermek sana düşer!”
Enlil, geminin içine binip elimden tuttu ve beni karaya çıkardı.
Kadınımı da çıkarıp yanında diz çöktürdü.
Alınlarımızı elledi ve aramızda durarak bizi kutladı.
“Utnapiştim, bundan önce bir insandı.
Fakat şimdi, Utnapiştim ve kadını bizim gibi tanrılar olsunlar!
Utnapiştim otursun! Uzakta, ırmakların denize döküldüğü yerde!”
Enlil’in bu sözlerinden sonra, beni aldılar ve uzakta, ırmakların ağzına oturttular.
Şimdi sana tanrıları kim toplayacak?
Aradığın yaşamı nasıl bulacaksın?
Haydi altı gün ve yedi gece uykusuz kal!”
O, dizlerinin üstüne çömeldiği yerde, uyku ona, sis gibi yavaş yavaş soluğunu verdi. (121)

(121) Uyumak için çömeliyor ve böylece kendi kendini zorluyor; ancak, uyku sis gibi soluğunu ona karşı üflüyor ve uyku, onu soluğuyla boğarak yeniyor. (Prof. Landsberger)

Utnapiştim ona, karısına dedi:
“Adama bak! Yaşamı istiyordu. Uyku ona sis gibi, yavaş yavaş soluk verdi!”
Karısı ona, Utnapiştim’e dedi:
“Sen onu elle de, adam uyansın!
O, geldiği yoldan esenliğe geri dönsün.
O, çıktığı kent kapısından ülkesine varsın!”
Utnapiştim ona, karısına dedi:
“İnsanoğlu kötüdür. Ve o, sana kötülük eder.
Haydi onun günlük ekmeklerini pişir ve her gün başucuna koy!
Uyuduğu günleri de duvara çiz!”
O, onun günlük ekmeklerini pişirdi ve her gün onun başı ucuna koydu.
Uyuduğu günleri de ona imledi.
Birinci ekmeği kupkuruydu. İkincisi büzülmüştü. Üçüncüsü yaştı.
Dördüncü ekmeğin kabuğu ağarmıştı. Beşinci ekmek küflenmişti.
Altıncı ekmek pişmişti.
Yedinci bu anda adamı elledi ve o, uykusundan irkilip uyandı.
Gılgamış ona, uzaktaki Utnapiştim’e dedi:
“Beni uyku basar basmaz, sen durmadan beni elledin ve sen beni uyandırdın.”
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Haydi Gılgamış, günlük ekmeklerini say!
Ve işte şu duvar, sana uyuduğun günlerin sayısını göstersin!
Birinci ekmeğin kupkurudur. İkincisi büzülmüştür. Üçüncüsü yaştır.
Dördüncü ekmeğin kabuğu ağarmıştır. Beşinci ekmek küflenmiştir.
Altıncısı pişmiştir. Yedinci, bu anda sen uykudan irkilip uyandın!”
Gılgamış ona, Utnapiştim’e dedi:
“Bana yardımcı kal! Nereye gideyim?
Bütün organlarımı kötü ruhlar kapladı!
Yatak odasında ölüm bekliyor; neye baksam, o, ölümdür.” (122)

(122) Ekmek sahnesinin anlamı şudur: Utnapiştim, taşıdığı kan dolayısıyla yarı-tanrı olan Gılgamış’ı, tanrılık niteliğini göstermesi için, sınava çekiyor. Bu sınav, Gılgamış’ın bir hafta uykusuz kalmasıdır. Gılgamış, uyumamak için oturmayıp çömeliyor. Fakat son derece yorgun olduğundan, hemen uykuya dalıyor. Utnapiştim’in karısı uyuyan Gılgamış’ın sınavı başaramadığını görünce, kocasına onu uyandırıp ülkesine geri göndermeyi salık veriyor. Ancak Utnapiştim, onun da her insan gibi kötü huylu olduğundan, uyuduğunu yadsıyarak sonunda bir kavga çıkarmasından çekiniyor ve Gılgamış’ın ne kadar uyuduğunu kendisine göstermek amacıyla ortaya bir kanıt koymak istiyor. İşte bundan ötürü, konuğun günlük ekmek payı, uyumasına karşın pişirilip başucuna konuyor. Ve konukevlerinde hep yapıldığı gibi, hesabı da duvara çiziliyor. Gılgamış, kendisine yüklenen bütün görev günlerini uykusuz geçireceği yerde, baştan sona uykuyla geçirdikten sonra, Utnapiştim onu uyandırıyor. Utnapiştim’in önceden kestirdiği gibi, Gılgamış gerçekten uyuduğunu yadsıyor; ama, başucuna konan ekmeklerin geçirmiş olduğu değişimler ve çizilen çizgilerle, uyuduğu hemen anlaşılıyor. Bunun üzerine, yaşamı aramaktan vazgeçerek umutsuzluğa kapılıp talihinden yakınıyor. (Prof. Landsberger)

Utnapiştim ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, denizin rıhtımı seni aldatsın.
İki kıyı arasında gidip gelen gemi senden nefret etsin!
Her zaman, erişmek istediğin denizin kıyısından her seferinde yoksun kal! (123)

(123) Gılgamış’ın acıklı durumu, Nuh Peygamber’i üzdüğünden, gemicisi Urşanabi’ye yukarıdaki gibi ileniyor. Çünkü gemicisi Gılgamış’a yol göstermekle onu başına belâ ediyor.

Buraya getirdiğin adamın gövdesi kirden kabuk bağlamıştır.
Giydiği post, bedeninin güzelliğini bitirmiştir.
Urşanabi, onu alıp yıkanacak yere götür.
Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıka!
O, sırtındaki postu atsın ve deniz onu götürsün.
Onun güzel bedeni parlasın!
Yepyeni olsun başındaki külâh!
Bir kaftan giymiş olsun! Görkemli bir giysi!
O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek,
Kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kalsın!” (124)

(124) Nuh Peygamber, Gılgamış’ın kılığını düzelttikten sonra ülkesine yollamak istediğinden, gemicisine böyle bir buyruk veriyor. (ÇN)

Urşanabi onu alıp yıkanma yerine götürdü.
Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıkadı.
O, sırtındaki postu attı ve deniz onu götürdü.
Onun güzel bedeni parladı.
Yepyeni oldu başındaki külâh,
Bir kaftan giymiş oldu. Görkemli bir giysi.
O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek
Kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kaldı.
Gılgamış ve Urşanabi gemiye bindiler.
Gemiyi dalgaya kaptırarak sürüp gittiler.
Karısı ona, uzaktaki Utnapiştim’e dedi:
“Gılgamış geldi, yoruldu, güçlük çekti.
Ona ne verdin ki o yurda dönüyor?”
Fakat o, Gılgamış, geminin küreğini kaldırdı ve gemiyi kıyıya yanaştırdı. (125)

(125) Nuh Peygamber’in karısı, binbir güçlükle sonsuz yaşamı aramak için kocasının yanına gelen ve kocası tarafından sırtına güzel bir giysi giydirilip yine ülkesine geri yollanan Gılgamış’a acıyor ve kocasına böyle sorduktan sonra Gılgamış’ı geri çağırtıyor.

Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ey Gılgamış, geldin, yoruldun, güçlük çektin.
Sana ne verdim ki yurduna dönüyorsun?
Gılgamış, sana gizli bir şey açayım.
Ve hiç kimsenin bilmediği biricik otun yerini sana söyleyeyim.
Bu ot, tıpkı deve dikenine benzer,
Ama dikenleri gül dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar.
Sen bu otu eline geçirmek istersen, eline batacağından korkma!”
Gılgamış bunu duyar duymaz derin bir kuyu kazdı.
Ve ayaklarına ağır taşlar bağlayıp kuyuya indi.
Ayağına bağladığı taşlar,
Onu yerin altındaki tatlı su denizinin dibine kadar batırdı.
Ama o, otu aldı ve dikenleri ellerine battı.
Bundan sonra Gılgamış, ağır taşları kesip yukarı fırladı.
Kuyunun suyu onu fırlatıp denizin kıyısına attı.
Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, bu ot büyülü bir ottur; insan bununla gençliği kazanır.
Bu ota, “yaşlı genç olur” denir.
Bunu Uruk’a yanımda götürmek istiyorum. Onu sevdiklerime yediririm.
Ve onu parça parça doğrayayım. Sonra da kendim yiyip tam çocukluğuma döneyim.”
İki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler.
İki kez otuz saatten sonra kendilerini akşam dinlenmesine bıraktılar.
Gılgamış burada suyu soğuk bir kuyu gördü. Suda yıkanmak için aşağı indi.
Bir yılan otun kokusunu aldı.
Ve taşların yarığından yukarı çıkıp otu götürdü. (126)

(126) Yılan; suyun, yaşamın ve sağlığın tanrısı olan Ningişzida’nın simgesidir. Yılanın çok yaşayan bir hayvan olması bu otu yemiş olmasına yorulur.

Gılgamış geri döndüğü sırada yılan gömleğini atmıştı!
Bu anda Gılgamış yere oturmuş ağlıyordu.
O, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, kollarım kimin için yoruldu?
Kimin için yüreğimden kanlar boşandı?
Kendime iyi bir şey kazandım.
Yer aslanı (127) için iyilik yapmış oldum.

(127) Yer aslanı: Yılanın başka bir adıdır. (Prof. Landsberger)

Şimdi denizin kabarması, beni iki kez yirmi saat, o yere geri götürse bile,
Gereçler kuyuyu kazdığım zaman içine düşmüştü.
Burada işime yarayacak olan gereçleri nasıl bulabilirim?
Olmaz! Yurduma geri dönmeliyim.”
Gerçekten Gılgamış gemiyi kıyıda bıraktı.
İki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler.
İki kez otuz saatten sonra kendilerini akşam dinlenmesine bıraktılar.
Onlar Uruk pazarına geldiklerinde, Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, Uruk duvarının üstüne çık! İleri yürü!
Temeli gözden geçir! Tuğla duvarı gözden geçir!
Acaba bunun tuğlaları pişmiş değil midir?
Temeli yedi bilge kurmamış mıdır?
3600 dönüm kent, 3600 dönüm hurma bahçesi, 3600 dönüm kerpiç kuyu.
Üstelik İştar tapınağının çukuru.
Bunların topu üç kez 3600 dönüm. Ve işte bunların hepsi Uruk’tur.” 

(On birinci Tabletin ve destanın sonu.)

ONİKİNCİ TABLET SONRADAN EKLENEN BİR YORUMDUR. (Landsberger çevirisi)

I
“Ağacın bedeni hemen bugün, Nacar’ın evine bırakılmış olacaktır.
Ağacın dalları Nacar’ın keseri için hazır olacaktır.
Efendim, niçin ağlıyorsun?
Hemen bugün, senin ağacın bedenini yerin altından çıkaracağım.
Dalları cehennemden yukarı getireceğim.
Eğer bugün yeraltı dünyasına gidersen,
Kutsal şeyler önünde başını eğmemelisin.
Temiz bir gömlek giymemelisin.
Yoksa hemen senin bir yabancı olduğunu anlarlar.
Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu sürünmemelisin.
Yoksa onlar güzel kokuyu alınca hemen çevrene toplanırlar.
Gürzünü yeraltı dünyasına düşürmemelisin.
Yoksa gürzle öldürülmüş olanlar hemen çevrene toplanırlar.
Eline sopa almamalısın. Yoksa ruhlar senden titrerler.
Ayağına ayakkabı giymemelisin. Yerde gürültü etmemelisin.
Sevdiğin karını öpmemelisin.
Kendisine kin beslediğin karını dövmemelisin.
Sevdiğin çocuğunu öpmemelisin.
Kendisine kin beslediğin çocuğunu dövmemelisin.
Yoksa cehennem senin için sokurtu, homurtu yapar!” 

Engidu yeraltına iner inmez, adı geçen Tanrıça Nin-Asu’nun kutsallığına ayak basıyor. Engidu, çıplak tanrıçanın güzelliğinden ve vücudunun parlaklığından dolayı kendinden öyle geçiyor ki, Gılgamış’ın kendisine verdiği bütün öğütleri unutuyor. Böylece o, yeraltı dünyasında yakalanıyor ve Gılgamış, değerli ağacından başka, kendisine bağlı olan kölesi Engidu’yu da yitiriyor.

II
O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya,
Yatan Nin-Asu Ana’ya yaklaşıyor.
Onun parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti.
Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi
Kırışıksız ve dümdüzdü. 

III
Engidu, yeraltı dünyasına gidip tanrıçayı görünce,
Bu tanrısallık önünde başını eğdi.
Temiz bir gömlek giydi.
Hemen onun bir yabancı olduğunu anladılar.
Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu süründü.
Onlar güzel kokuyu alınca hemen çevresine toplandılar.
Gürzünü yeraltı dünyasına düşürdü.
Gürzle öldürülmüş olanlar çevresine toplandılar.
Eline sopa aldı. Ruhlar ondan titrediler.
Ayağına ayakkabı giydi. Yerde gürültü etti.
Sevdiği karısını öptü; kendisine kin beslediği karısını dövdü.
Sevdiği çocuğunu öptü; kendisine kin beslediği çocuğunu dövdü.
Cehennem onun için sokurtu ve homurtu yaptı. 

IV
O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya,
Yatan Nin-Asu Ana’ya yaklaştı.
Onun parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti.
Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi
Kırışıksız ve dümdüzdü.  

V
O zaman Engidu yeryüzüne çıkmak isteyince,
Onu ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu cehennem kralının amansız bir şeytanı yakaladı.
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü. 

VI
O zaman Ninsun’un oğlu, kölesi Engidu için ağladı.
Ve tek başına kalkıp Enlil’in Ekur evine gitti.
“Enlil baba, bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü.
Ağacımın dalları da yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu’yu,
Onu, ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı;
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü.”
Bunun üzerine Enlil Baba, Gılgamış’a hiçbir yanıt vermedi.
Gılgamış, Sin Baba’ya başvurdu:
“Sin Baba bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu’yu,
Onu, ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü.”
Bunun üzerine Sin Baba, Gılgamış’a hiçbir yanıt vermedi. 

VII
Gılgamış tek başına kalkıp Ea’nın E-Apsu evine gitti:
“Ea Baba, bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü.
Ağacımın dalları da yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu’yu,
Onu, ne belâ getiren ruh yakaladı ve ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı;
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü.”
Ama, Ea Baba ona şu yanıtı verdi:
“Cehennem kralı yiğit Nergal’a başvur!
Ereşkigal’ın ağabeyi Kral Nergal’a başvur!
Eğer cehennemin kralı yiğit Nergal yeraltının hava deliğini açacak olsaydı,
O zaman Engidu’nun ruhu hafif bir yel gibi yerin altından çıkardı.” 

VIII
(Şiirin gelişinden, şimdi Engidu’nun ruhunun gerçekten yeraltından yeryüzüne çıktığı kendiliğinden anlaşılmış oluyor.)

Bunlar birbirleriyle kucaklaştılar.
Bir türlü birbirlerinden ayrılmak istemediler.
Birbirlerine anlatmaktan usanmadılar.
“Arkadaşım, söyle bana!
Söyle bana, yeraltında gördüklerini anlat bana!”
“Söyleyemem arkadaşım! Söyleyemem!
Sana yeraltı dünyasında gördüklerimi anlatacak olursam,
Sen oturup ağlamalısın.
Ve ben de oturup ağlayayım.
Ellemekle zevk duyduğun benim güzel bedenimi,
Şimdi böcekler, eski bir giysiyi yer gibi yiyor.
Ellemekle zevk duyduğun benim güzel başım,
bir çamur teknesi gibi toprak doludur.”

IX
Engidu, şöyle diyerek büzülüp toprağa çömeldi.
“Arkadaşım, yeraltı dünyasında şunları gördüm: 


(Tablette, Engidu’nun yeraltı dünyasıyla ilgili sözlerinin bulunduğu yer kırıktır. Söylenen bu sözler yaklaşık 30 satırdır.)

X
(Bu sahne, Gılgamış’ın, yer dünyasının ayrıntılarıyla ilgili olarak sorduğu soruları ve Engidu’nun buna verdiği yanıtları içermektedir ki bu bölümün, yaklaşık ilk 15 satırı kırıktır.)

“Sehpaya asılmış olanı gördün mü?”
– “Evet gördüm. Eğer işlediği günahtan pişman olsaydı,
Çivinin kopmasıyla kurtulurdu.”
– “Eceliyle öleni gördün mü?”
– “Evet gördüm. Gece yatağında uyuyup, su, soğuk su içiyor.”
– “Savaş alanında öleni gördün mü?”
– “Evet gördüm. Ana ve babası onun için uğraşıyorlar.
Karısı da onun için çalışıyor.”
– “Cesedi kırda bırakılmış (mezara gömülmemiş) olanı gördün mü?”
– “Evet, gördüm. Onun ruhu yeraltı dünyasında uyumuyor.”
– “Ruhuyla kimsenin ilgilenmediğini gördün mü?”
– “Hayvanlara yedirilen tencere kazıntısı,
Ve sokağa atılan yemek artıkları onun besinidir.”

(Destana eklenen 12. tablet, nasıl tutarsız başladıysa yine tutarsız olarak bitiyor.)

***



2 yorum:

  1. İslami kaynaklarda ve tefsirlerde peygamber mi, salih kul mu olduğu ihtilaflı olan Lokman, İsrail tarihinde hüküm süren Yahuda devleti kralı Jotham (Yotam)'dır. Oğlu da salih biri olan babası Yotam ve yine salihlerden dedesi Uzziya'nın yolunda yürümeyen yönettiği Yahuda devletini o dönem dünyayı fethetmek isteyen putperest Asur krallığına yem yapan , yıkılmasına zemin hazırlayan,putlara sunu sunmuş müşrik Ahaz'dır. Yotam'ın öğütlerini dinlememiştir. Ahaz'da dinlememiş, Allah'a karşı asi olmuştur. Salih kul Yotam oğlu Ahaz'a Tevrat'ta yazılı hükümleri okuyor ve tavsiye ediyordu.

    Bunların bir kısmını vermekte fayda var. Tabi ki namaz emri maruf kötülüğü nehy gibi hükümler tahriften ötürü yok günümüzde ki Tevrat'ta açık biçimde.

    -Herkes annesine babasına saygı göstersin. Şabat* günlerimi tutun. Tanrınız RAB benim.
    Levililer 19:3
    -`Tanrın RAB`bin buyruğu uyarınca annene babana saygı göster. Öyle ki, ömrün uzun olsun ve Tanrın RAB`bin sana vereceği ülkede üzerine iyilik gelsin.
    Yasa'nın Tekrarı 5:16
    -Tanrınız RAB`bin, çocuğunu eğiten bir baba gibi, sizi nasıl eğittiğini anlayın.
    Onun için, Tanrınız RAB`bin buyruklarına uyun. Yollarında yürüyün, O`ndan korkun.
    böbürlenmemeye ve sizi Mısır`dan, köle olduğunuz ülkeden çıkaran Tanrınız RAB`bi unutmamaya dikkat edin.
    Yasa'nın Tekrarı (Tevrat)


    -1 Yahuda kralları Uzziya, Yotam, Ahaz ve Hizkiya zamanında Amots oğlu Yeşaya`nın Yahuda ve Yeruşalim`le ilgili görümü:

    Rab Halkını Uyarıyor
    2 Ey gökler dinleyin, ey yeryüzü kulak ver! Çünkü RAB konuşuyor: “Çocuklar yetiştirip büyüttüm, Ama bana başkaldırdılar.

    3 Öküz sahibini, eşek efendisinin yemliğini bilir, Ama İsrail halkı bu kadarını bile bilmiyor, Halkım anlamıyor.” (İşaya 1/1-3)

    Konunun tam detaylı anlaşılması için İsrail Tarihi ve Yotam'la oğlu Ahaz'ın tarihi iyice araştırılabilir. Verilmek istenen ana tema sure bütünlüğünde baktığımız zaman özetle: Allah'ın buyruklarına uymanın hem dünyada hem ahirette selah ve felaha erdireceği bunun sağlam bir kulp yani en doğru yol olduğu aksi durumda Lokman 33 ayeti. Çok genel çerçevede. Yahuda kralı Ahaz zamanında ki Yahuda krallığının başına gelenler ve o dönem toplumun Allah'ın kurallarına bağlılık anlamında ki yapısı ve anlayışı gözler önüne alındığında Lokman suresinin mesajı daha güzel anlaşılır kanaatindeyim.


    Yotam'ı (Lokman) Tebabet ile nasıl özdeşleştirmişler onu da ben anlayabilmiş değilim. Rivayet ve uydurmalar, meddahların hikayelerine başvurarak belki de.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba,
      Sanırım Lokman suresi ile Gılgamış destanı arasında bağ kurmaya çalışmamın nedenini yanlış ifade etmişim ve sizi yanlış yönlendirmişim. Sure içindeki bu yanlış ifademi düzelteceğim. Buradaki maksadım Lokman’ın kimliğini tespit etmek değil, Sümer/Akat/Babil/Asur/Hitit inançları ile günümüz inançları arasındaki benzerliklere ve yakınlığa dikkat çekmekti. İnsanın 2 milyon yıl öncelere götürülen yaratılışı dikkate alındığında, 3-5 bin yıllık bu kültürler bize dün kadar yakın görünüyorlar. Sanırım Lokman’ın kişisel kimliği üzerinde durmamızın yararı yok. Öyle görünüyor ki Lokman da, Cebrail gibi, Zülkarneyn gibi, her farklı zamanda farklı bir şahısta beliren kişiselleşmiş bir kavramdır ve “bilge” anlamında kullanılıyor.

      Sil